1.3 Kültürel Çeşitliliğin Anayasal Güvence Altına Alınması

Bu süreçte toplumdaki farklı etnik ve dinsel kökene sahip insanların tanınması ve onların kendilerini geliştirme hakları da anayasal güvence altına alınmalıdır. Bu noktada Anayasal vatandaşlık konusu gündeme gelmektedir.

Anayasal vatandaşlığın esas itibarıyla iki özelliğinden söz edilebilir: İlki, yurttaşlık tanımının her türlü etnik, dinsel ve kültürel imalardan masun kılınmasıdır. Anayasal vatandaşlıkta, vatandaşlık herhangi bir etnik, dini veya kültürel kimliğe atıfla tanımlanmaz ve bunun doğal sonucu olarak da toplumun çoğulcu yapısında bulunan farklılıklar arasında birini/birilerini diğerine/diğerlerine karşı ayrıcalıklı kılan bir tercihte bulunulmaz. Bu yaklaşımda anayasa çoğulcu değerleri ihtiva eder ve toplumu oluşturan gruplara eşit mesafede durur. Böylelikle her türlü farklılık anayasanın koruması altına alınır ve bunların kendi varlıklarını devam ettirip geliştirebilmelerinin önü açılmış olur.

Anayasal vatandaşlığın ikinci özelliği, kamu makamlarını farklılıkları törpülemeye ve onları asimile etmeye dönük -gizli ya da açık- politikaları izlemekten men etmesidir. Bu yaklaşımda vatandaşlığa toplumu homojenleştiren bir enstrüman nazarıyla bakılmaz, aksine vatandaşlık farklılıklara hukuki güvence sağlayan bir koruma kalkanı niteliğine bürünür. Bu niteliğiyle de demokratik siyasete de zemin hazırlar.

Aslı "anayasal vatanseverlik (verfassung patriotismus)" olan anayasal vatandaşlık kavramı, ilk kez Alman siyaset bilimci Dolf Sternberger tarafından, 1970'li yılların ilk yarısında, Almanya bağlamında kullanıldı. Sternberger'e göre, "millet" kavramının, Almanya'da ulusal bütünlüğü ve bağlılığı sağlama imkanı yoktu. Çünkü bu kavram hem Nazi geçmişine dair çağrışımlar yaratıyordu hem de etnik bir içeriğe sahipti. Yurttaşların devlete sadakatini ve böylelikle Almanya'nın birliğinin idamesini, ancak ve ancak anayasada belirlenecek olan temel değerlerin halk tarafından benimsenmesi ve bu değerlere itaat edilmesi temin edebilirdi .[2]

Sternberger'den sonra -yine bir Alman filozof- Jürgen Habermas, anayasal yurttaşlığı geniş kesimlerin nezdinde tanınır kılan isim oldu. Habermas bu kavrama, AB çatısı altında bütünleşmeye doğru mühim adımların atıldığı bir zamanda -yani 1990'ların başlarında- yeni bir Avrupa vatandaşlığının ölçütlerini belirlemek için başvurdu. Habermas düşüncesinde siyasal değerlerin, kültürel değerlere nazaran daha makbul addedilmesinin ve öncelenmesinin altında yatan varsayım ise şuydu: "Farklı geleneklerden, dinlerden, kültürlerden ve ulus-devletlerden gelen insanlar ve halklar -AB bünyesinde- ortak çıkarlar için geleneksel kimliklerini gözardı ederek siyasal ve rasyonel ittifaklar kurabilirler". Hatta Fransız filozofu Derrida ile birlikte kaleme aldıkları metinde Habermas bu düşüncesini bir adım daha ileriye taşıdı ve AB ortak kimliğinin en temel öğesi olarak, aynılık ve benzerlik üzerine kurulu ulusal kimlikler yerine, "öteki"nin "ötekiliği"ni kabul eden etik anlayışın kurumsallaşmasının mümkün olduğunu dile getirdi.

Kültürel çeşitliliğe sahip olan diğer ülkelerde olduğu gibi [3], Federal Almanya'da da göç gerçeğine bağlı olarak, farklı etnik kökenlere sahip insanların bireysel hak ve özgürlükleri, tanınma ve siyasi katılım talepleri, aynı zamanda "vatandaşlık hakları”dır ve bu haklar anayasal güvence altına alınmalıdır.

[2] Anayasal Vatandaşlık, Vahap Coşkun, Radikal Gazetesi, 02/09/2007
[3] Çokkültürlü Anayasal Vatandaşlık, E. Fuat Keyman, Koç Üniversitesi, Radikal Gazetesi, 21/11/2004