Önsöz

Almanya’daki Kültürel Çeşitliliği Medyada Anaakımlaştırmak

Toplumların değer yargıları, davranış ve alışkanlıklarının oluşum ve değişim süreçleri üzerinde televizyon, gazete ve radyo gibi medya organlarının önemli bir etkisi vardır. Toplumun algılama biçimini büyük ölçüde belirleyen ve toplumsal görüş, değer yargıları ve tavırların oluşmasında etkin olan medya, Almanya’da çok kültürlü bir toplumun uyum içinde birlikte yaşamasına katkı sunabilecek en önemli araçlardan birisidir.

Federal Almanya İstatistik Dairesi’nin 2007 yılında yaptığı “Mikrozensus“ adlı araştırmaya göre, Almanya’da toplam 15,4 milyon göçmen kökenli insan yaşamaktadır. Bu sonuca göre, Almanya’nın toplam nüfusunun %18,7’si veya başka bir deyişle bu ülkede yaşayan yaklaşık her beş kişiden bir farklı etnik kökene sahiptir. İstatistiki araştırmalar göstermektedir ki, 2010 yılında Almanya'da yaşayan 40 yaşın altındaki insanların yarısı farklı etnik kökene sahip kişiler olacaktır. Bu insanlardan bazıları bizzat kendisi göç etmiş, bazılarının en azından anne ya da babası farklı bir ülkeden gelmiş, kimisi Alman vatandaşlığına geçmiş, kimisi ise bazı kesimlerin tanımlamalarına göre hala "yabancı" veya "misafir"olarak kalmıştır. Mikrozensus araştırması, bir yandan göçün sayısal boyutunu yansıtarak Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu ispat ederken, diğer yandan Alman ve göçmen kökenli toplumun bu ülkedeki yaşamı birlikte şekillendirmesinin önemini vurgulamaktadır.

Mikrozensus sonuçları, entegrasyon konusunu Federal Almanya Hükümeti’nin ağırlık verdiği, öncelikli konularından birisi olarak belirlemesinde etkili oldu. Entegrasyon konusuna özel bir önem veren Federal Hükümet, bu yöndeki politikaların belirlenmesi amacıyla, „Eğitim, Öğretim, İş Piyasası, Kültürel Çeşitlilik, Spor ve Bilim“ gibi on farklı alanda çalışma grupları kurdu. Gruplar ile Ekim 2006 tarihinden itibaren toplantılar düzenleyen Federal Hükümet, Mart 2007 tarihinde çalışmaların sonuçlarını rapor halinde sundu. Bütün çalışma gruplarının raporları derlendi ve Ulusal Entegrasyon Planı oluşturuldu. Bu gruplardan biri, entegrasyondan sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Maria Böhmer başkanlığında toplanan Medya ve Entegrasyon grubu oldu. Almanya Türk Toplumu (TGD) da bu çalışmalara katılarak konu ile ilgili önerilerini iletti. Eylül 2006’da hayata geçirilen Ernst-Reuter-Girişimi de ekonomi, eğitim, bilim ve medya alanında Türk-Alman işbirliğinin güçlendirilmesi ve iki toplum arasındaki kültürlerarası diyaloğun yoğunlaştırılmasını hedefledi. „Ernst Reuter Girişimi“, Almanya ve Türkiye halkları arasında karşılıklı saygı, anlayış ve empatiyi geliştirmek, diğer ülkenin kültürüne duyulan ilgiyi arttırmak amacını gütmektedir.

Ulusal Entegrasyon Planı ve Ernst Reuter Girişimi bünyesinde tanımlanan hedeflerin hayata geçirilmesi için gerekli önlemler alınmalı, ilgili projeler ivedilikle desteklenmeli, elde edilen sonuçlar belli aralıklarla değerlendirilmeli ve yeni hedefler belirlenmelidir. „Farklı etnik kökene sahip insanlarla diyalog kurmak“ demek, onlar hakkında tartışmak değil, onlarla karşılıklı konuşmaktır. Düzenli aralıklarla tekrarlanan ve iyi yapılandırılmış diyaloglar, Ulusal Entegrasyon Planı ile başlayan süreci daha da başarılı sonuçlara götürecektir. Bu noktada, Ulusal Entegrasyon Planı bünyesinde oluşturulan çalışma grupları kurumsallaştırılarak, ilgili alanlarda elde edilen sonuçları değerlendirme ve yeni hedefler belirleme sürecine katılmalıdırlar.

Etnik kökeni ne olursa olsun, toplumun her kesiminden insanlar Federal Almanya’da bu etnik çeşitlilik içerisinde birlikte yaşayabilmeli, bu ülkedeki yaşamı birlikte şekillendirebilmelidirler. Bu sürecin başarılı olabilmesi için bir yandan Alman Devleti ve Alman toplumunun, diğer yandan da farklı etnik kökene sahip olan kişilerin çaba sarf etmeleri gerekmektedir. Alman Devleti gerekli yasal düzenlemeler ile toplumun her kesiminin eşit haklara sahip olmasını sağlarken, farklı etnik kökene sahip insanlar da - her birey bu sürecin başarılı olmasına bizzat katkıda bulunabileceğinden - toplumsal hayata katılabilmeli ve aynı zamanda sorumluluk da üstlenmelidirler. Federal Almanya için bu ülkede yaşayan insanların kökeninden ziyade ülkenin çıkarları önemli olmalıdır. Bu süreçte başka kültürlerle köprüler kurmak, onların başarılarını olduğu kadar sorunlarını da kabullenmek Almanya’nın çokkültürlü geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Yapısında kültürel farklılıklar barındıran bir toplumda, medyanın toplumsal barışı sağlamada son derece önemli bir rolü vardır. Böylesine çok yönlü ve karşılıklı toplumsal etkileşime dayanan bir süreçte, kültürel çeşitliliğin getirdiği yeni fırsatları haber ve programlarına yansıtan, toplumun her kesimine aidiyet hissi veren, bütünsel bir medyaya gereksinim duyulmaktadır. Federal Almanya’da Alman ve Türk medyaları toplumun her kesimine „BİZ“ duygusunu verebilmeli, birbirini anlayan, kabul eden, birbirine saygı ve empati ile yaklaşan bir toplum oluşmasına katkı sağlayabilmelidirler.
Elinizdeki bu kitapçık, konuyla ilgili ortaya konan tespit ve öneriler yoluyla, medyanın toplumda farklı etnik kökenlere yönelik sorumlu, ilkeli, toplumun her kesimini kucaklayan bir anlayışı benimsemesi ve geliştirmesine yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Bu kitapçıkta, basın meslek ilkeleri arasında yer alan 'milliyet, ırk, etnisite, dil, din ve inanç ayrımcılığı yapılmaması’, 'insanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti ve düşmanlığı arttırıcı yayınlardan kaçınılması’ gibi maddeler korunmakta, ek olarak hem Türk hem de Alman medyasına yönelik yeni öneriler sunulmaktadır. Ayrıca, toplumsal hoşgörüsüzlükle mücadelede önemli bir misyon biçilen medyanın, ırkçılık, yabancı düşmanlığı içeren, kültürlerarası yanlış anlamalara yol açacak, ön yargıları güçlendirecek yayınlardan kaçınması, farklılıkları zenginlik olarak görerek toplumsal barışa katkıda bulunmasına yönelik öneriler de yer almaktadır. Çalışmada medya kurumları ve mensuplarının dikkat etmesi gereken hususların yanı sıra, kurum içi denetleme mekanizmaları ile eğitim programları geliştirme gibi öneriler de aktarılmaktadır.

Bu kitapçık, tüm ilgili Türk ve Alman medya kuruluşlarına bilgisine sunulacak, ayrıca http://erkayhan.blogspot.com sitesinden de erişime açık olacaktır. Kuşkusuz, öneriler sunulması ve bunların başta ilgili kurum ve kuruluşlar olmak üzere kamuoyuna duyurulması ile, medyada uzun süredir tartışılagelen sorunlar sona ermeyecektir. Bilinmektedir ki, önyargılara dayanan haber ve programlarının varlığı, medya endüstrisinin yapısal değişimi ile de ilgilidir; söz konusu programların üretimi kamu çıkarı yerine ticari çıkarın öne çıkması, çok satmanın, izlenme oranlarının, reklam almanın, genele seslenmenin öncelik kazanması, medya çalışanlarının hataları, gazeteci ve yapımcıların editörlük özerkliklerinin zayıflaması gibi pek çok faktöre bağlıdır.

Umuyoruz, bu çalışmada yer alan öneriler en azından ilgili kurumlar, medya kuruluşları ve sivil toplum örgütleri arasında bir tartışma başlatarak veya hızlandırarak duyarlılığı arttırabilir, bu tartışma başka yeni fikirlerin doğmasına önayak olabilir.

Dileğimiz, medya kurumlarının bir sorgulama ve dönüşüm sürecine girmesi ve çokkültürlü yaşamın dinamiklerine uyumlu olarak kamusal alana daha iyi hizmet sunabilmesidir.

Şeref Erkayhan, Karlsruhe, Eylül 2009

1 Almanya’daki Kültürel Çeşitliliği Medyada Anaakımlaştırmak

Özellikle medya organları (televizyon, radyo, gazete vs.), gelişmekte olan çokkültürlü toplumların uyum içinde bir arada yaşamasına en fazla katkı sunabilecek araçlardandır. Bir toplumdaki değer yargıları, davranış ve alışkanlıkların oluşum ve değişim süreci üzerinde medyanın gücü, başka hiçbir araçla kıyaslanamayacak ölçüde büyüktür. Ancak görülmektedir ki, Alman medyasında önemli bir yeri olan televizyon ve gazeteler, göçmen kökenlileri etnik ve dini farklılıklarıyla ve bu farklılıkları da birer tehlike olarak göstererek konu etmektedirler. Federal Almanya’da nüfusun yaklaşık olarak beşte biri gibi yüksek bir oranını oluşturan, farklı etnik kökene sahip bu insanları, genelde negatif, ön yargıya dayanan program ve haberlerle bağlantılı olarak gösteren medyanın, yayın politikalarını ivedilikle gözden geçirmesi gerekmektedir.

Örnek verilecek olursa, özellikle televizyonda Türk kökenli insanların konu edildiği haber ve programlarda şu klişeler hakimdir: Ana konuların paralel toplum ve erkeklerin yegane söz sahibi oldukları ataerkil aileler, "argo kelimeler"den başka kelime bilmeyen şiddet yanlısı erkekler, Pro7'deki dizi film "Çılgın Türk Düğünü"nde olduğu gibi Türk macerasına soyunan yardıma muhtaç olan Almanlar.
Alman medyasında İslamiyet söz konusu edildiğinde ise, Müslümanlar çoğu kez yasayı çiğneyen, terörist zanlısı, köktendinci ya da kadınlara baskı uygulayan bit topluluk olarak lanse edilmektedir. İslam konusu, "radikal islami terör", "zorunlu evlilik" veya "namus cinayeti" gibi olumsuz manşetler ile ekranlara, gazete ve radyolara taşınmakta ve bu da toplumdaki farklı dinlere mensup insanları birbirinden uzaklaştırmaktadır. Medya programlarında verdiği bu tür mesajlar ile, bütün Müslümanlar’ın terörist olduğunu ima etmese bile, neredeyse hemen her teröristin Müslüman olduğu izlenimini uyandırmaktadır.

Fransa'dan sonra Avrupa'da Müslümanlar’ın en yoğun nüfusa sahip oldukları ülke olan Almanya'da, Müslüman nüfusun yaklaşık % 80’ini Türkler oluşturmaktadır. Almanya'daki 3.4 milyon Müslüman, toplumun önemli ve ayrılmaz bir unsurunu teşkil etmektedir. Bu nüfusun 2,7 milyonunu Almanya Türkleri oluşturmaktadır. Bu sayı ile Türkler, Almanya’da Avrupa Birliği dışından gelen en büyük göçmen kökenli gruplardan birisidir. Bu sebeple Almanya'da İslamiyet konusunda yapılan tartışmalar Türkler’i de doğrudan ilgilendirmektedir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Müslümanlar hakkında yapılan negatif genellemeler ve İslam ile terörün artarak beraber anılır hale gelmesi, tarafların içine kapanmalarına neden olmuş, ‘biz’ ve ‘onlar’ tanımlamalarını ortaya çıkarmıştır.
Örneğin, 2007 yılında Federal Almanya İçişleri Bakanlığı’nın mali desteğiyle hazırlanan bir araştırmada, "Almanya'da Şiddet ve İslam" konusu irdelenmektedir. İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble araştırmanın önsözünde, dünya çapında işbaşında olan İslami terörün günümüzde "güvenliğimizi tehdit eden en büyük unsurlardan" biri olduğunu belirtirken, Almanya'da özel uyum programları uygulamayı gerekli gördüğünü eklemektedir. Anlaşılmaktadır ki, bu araştırmanın yapılma nedenini dinsel motivasyonlu olduğu varsayılan bir şiddet potansiyeline karşı güvenlik endişeleri oluşturmaktadır. Müslümanlar’ın 2007 yılı Kurban Bayramı'nın ilk gününde, Federal Hükümet’ten kutlama mesajı bekledikleri bir zamanda, ekranlarda İslam ve Müslüman (İslamofobi) korkusunu körükleyen, üstelik bilimsel yöntem ve sonuçlarının oldukça tartışmalı olduğu bir araştırma ile karşılaşmaları büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır.

Şüphesiz, demokratik bir toplumda basın özgürlüğü son derece önemlidir. Hükümetler, her tür medyanın çeşitliliğini, siyasi, sosyal ve kültürel faaliyetlerini desteklemeli, korumalı ve bunlara saygı göstermelidirler. Medya organları da bu konuda sorumluluğunun bilincinde hareket ederek, farklı etnik ve dinsel kökene sahip insanları, haber ve programlarda ‘öteki’ olarak göstermemelidir.
Alman medyası şu ana kadar ülkede yaşayan farklı etnik kökene sahip insanların yaşam gerçeklerini, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki katkı ve önemlerini gerektiği gibi yansıtabilmiş değildir. Gündelik hayatta yaşananlara medyada neredeyse hiç yer ayrılmamakta, çeşitli alanlarda başarı sahibi göçmen kökenli insanlar medyada görülmemektedirler. Farklı etnik kökenden gelen sanatçı, doktor, avukat, bilim insanı ve milletvekillerinin televizyonlarda neden yer bulamadıkları sık sorulan sorular arasında yer almakta, Alman medyasının bu insanların yaşamlarından kesitleri yansıtmadığı gözlemlenmektedir.

İstatistiklere göre, Federal Almanya’da yaşayan göçmen kökenli insanların oranı sürekli artmakta, 2010 yılında Almanya'da yaşayan 40 yaşın altındaki insanların yarısının göçmen kökenli olması beklenmektedir. Bu demografik değişim göstermektedir ki, Almanya’da her geçen gün artan kültürel çeşitlilik, ülke geleceğini önemli ölçüde belirleyecektir. Bu demografik ğelişmelere rağmen, günümüzde Almanya’daki medya kurumları, adeta toplumun yapısındaki bu değişimin farkında olmayan yayın politikaları izlemektedirler. Medyada göçmen kökenli çalışanların sayısının azlığı, bu konuda verilebilecek çarpıcı örneklerden biridir.

Bu noktada, medya organlarında kültürel çeşitliliğin temsili, farklı kökenden insanların kabul gördüğünün ifadesi toplumsal uyum açısından çok önemlidir. Almanya’daki demografik gelişmelere dayanarak, medya kurumları kendi paylarına düşenleri uygulamalı, toplumun değişen yapısına uygun olarak farklı etnik kökene sahip insanlara, onların beklentilerine ve yaklaşımlarına yer vermeli, onlara iş imkânları tanımalı, program anlayışını yeniden şekillendirmelidirler.

Federal Almanya’da etnik kökeni ne olursa olsun herkesin uyum içinde birlikte yaşayabilmesi, ortaklaşa bir gelecek kurabilmeleri için, toplumsal katılım odaklı, içinde çokkültürlülüğü barındıran ve destekleyen medya politikaları belirlenmelidir. Alman medyası programlarında içeriğe yönelik değişiklikler yapmalı, televizyon, radyo ve gazetelerde farklı etnik köken ve kültürden insanları kucaklayan program ve haberlere yer vermelidir. Aynı şekilde Alman medyası, misafir işçilik döneminin kapandığını algılayarak, bugün artık içsel bir olgu haline gelen göç gerçeğine uygun, kültürel zenginlikleri içinde barındıran yayın politikalarını üretmelidir. Farklı etnik kökene sahip insaların konu edildiği film, haber ve programlar yoluyla topluma ‘yabancı veya öteki’ imajı gönderilmemeli, ayırıcılıktan ziyade birleştirici mesajlar aktarılmalıdır. Bu süreçte elbette göçmenlerle ilgili sorunlu konular arka plana atılmamalıdır. Fakat var olan sorunların göçmenlerin kimliğinden ziyade, sosyal konumlarıyla bağlantılı olduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır.

Neticede ön yargılar ve karşılıklı suçlamalar sorunların çözümüne yardımcı olmamaktadır. Federal Almanya’da farklı kültürlerden insanların 50 yıldan fazla ortak yaşamı, bu ülkeye büyük katkılar sağlamıştır. Federal Almanya her açıdan daha renkli, daha zengin bir ülke olmuştur. Alman medyasında çok kültürlü yaşamın avantajları, çözülebilecek sorunlardan daha fazla ön planda yer almalıdır.

1.1 Sayılarla Almanya Türkleri

Federal Almanya 60’lı yıllarda ülkedeki var olan iş gücü açığını kısa sürede kapatmak amacıyla, 30 Ekim 1961'de Türkiye ile iş gücü alımı anlaşmasını imzalandı. Bu anlaşmada, alınacak işçilerin Almanya’daki ikamet süreleri sınırlı tutuldu. Çalışıp para biriktirmek ve birkaç yıl sonra tekrar Türkiye’ye geri dönmek isteyen insanlar Almanya'ya geldiler.

Almanya’da Toplam Türk Kökenli Nüfus
2.690.000
T.C. Vatandaşlarının Toplam Sayısı
1.760.000
Alman Vatandaşlığını Kazanmış Türkler
   930.000
Oy Kullanabilen Türkler 
   700.000
Toplam Yabancı Nüfus 
8.800.000
Türkler’in Toplam Yabancı Nüfus İçindeki Oranı
  (%) 31,0
Türkler’in Toplam Nüfus İçindeki Oranı
    (%) 3,0
Toplam Türk Kökenli Hane
   690.000
Ortalama Hane Büyüklüğü
           3,9
Türk Kökenli Girişimciler
     64.600
Konut Sahibi Türk Kökenli Haneler
   203.000

Tablo 1: Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nın 2008 yılı verilerine göre Almanya Türkleri

Fakat gelenlerin çoğu geri dönmeyerek, yaşamlarını Almanya'da devam ettirirler ve günümüzde artık dördüncü kuşak hayata atıldı. Bugün 2.7 milyonu varan nüfusuyla Türkler, Almanya'daki en büyük farklı etnik kökene sahip kitleyi oluşturmaktadırlar. Tablo 1’de Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nın 2008 yılı verilerine göre Almanya Türkleri’nin sayısal boyutunu gösterilmektedir.

Öte yandan Sinus Sociovision Enstitüsü’nün [1] 2007 yılı verilerine göre, 82 milyon nüfuslu Almanya’da 15.3 milyon göçmen kökenli insan yaşamaktadır. Kendisi, ailesi ya da önceki nesilleri göç yoluyla Almanya’ya gelen kişiler dikkate alındığında oluşan “göçmen kökenliler” grubu, şu anda Almanya’daki toplam nüfus içinde % 18.6’lık bir bölümü oluşturmaktadır. Bu oran gençler arasında ise çok daha yüksektir. Sinus Sociovision Enstitüsü’nün verilerine göre, Almanya’da 5 yaşına kadar olan her üç çocuktan birisi göçmen kökenlidir. Yine toplam nüfus içinde 20-29 yaşları arasında olanların oranı % 13 iken, bu göçmen kökenli nüfus arasında % 23’tür. Ülke nüfusunun % 15’i 70 yaşın üzerinde iken, bu oran göçmen kökenliler arasında sadece % 3’tür.

Sinus Sociovision Enstitüsü, göçmen kökenlilerin ağırlıkla kentlerde yaşadıklarını, büyük çoğunluğu % 21 ile Rusya’dan gelen kişilerin oluşturdukları, bunu % 19 ile Türkler’in izlediklerini belirlemiştir. Polonyalı göçmenlerin oranı % 11, Güney Avrupa ülkelerinden gelenlerin oranı % 12 çıkmıştır.
Sinus Sociovision Enstitüsü’nün verilerinden ortaya çıkan diğer bir sonuç, göçmen kökenli kişilerin çoğunluğunun Müslüman olmadığıdır. Göçmen kesimin üçte birini Katolikler oluştururken, Müslümanlar’ın oranı beşte bir düzeyinde kalmıştır.

[1] http://www.sociovision.de

1.2 Almanya’da Kültürel Çeşitlilik İçinde Birlikte Yaşamak

Federal Almanya şimdiye kadar kendini bir göç ülkesi olarak tanımlamamakta ısrar etse de, göç hareketlerinin doğal bir sonucu olarak çokkültürlü bir toplum yapısına sahip bir ülkedir. Avrupa'nın geneline bakıldığında da durum farklı değildir. Avrupa Birliği’nin 2008 yılını „Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı“ ilan etmesi, var olan kültürel çeşitliliğin Avrupa'nın bir sorunu değil, zenginliği ve avantajı anlamına geldiğini göstermektedir. Bu yöntemle, kültürlerin, halkların ve dinlerin birbirlerini daha iyi anlamaları ve toplumda, ortak yaşama vurgu yapan 'biz duygusu'nun gelişmesi amaçlanmıştır.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 7 Aralık 2000 tarihli toplantısında kabul edilen Avrupa Antlaşmaları Kültürel Çeşitlilik Deklarasyonu da, kültürel çeşitliliğin önemine değinerek, kültür farklılıklarını korumada, kamu hizmeti yayıncılığının önemli bir rol oynadığının altını çizmiştir.
Almanya’nın bir göç ülkesi olması, Avrupa genelinde yapılan kültürel çeşitlilik konulu tartışmaları burada da kamuoyunun gündemine taşımıştır. Yaygın olan kanı, Almanya’daki birçok kurum ve kuruluşun toplumun yapısının değiştiğinin pek farkında olmadığıdır. Örneğin, Almanya’nın en kalabalık eyaleti olan Kuzey Ren Vestfalya eyaletindeki okullarda öğrencilerin % 30’u göçmen kökenlidir ve bu oran sürekli artmaktadır. Kültürel çeşitlilik Federal Almanya’nın geleceğini önemli ölçüde belirleyecek olan bir olgu haline gelmiştir. Bu anlamda, kültürel çeşitlilik, farklı kökenlerin kabul edildiğinin ifadesi ve ülkenin kültürel gelişimi için birer referans noktası olmalıdır. Ancak bunun için çoğulcu toplumun da kültürel çeşitliliğe açık olması gereklidir.

Farklı olana karşı geliştirilecek toplumsal refleksler önceden varolan ve hep aynı kalan unsurlar değildir. Farklıllıkları kabullenen ve zenginlik olarak gören bir toplumsal davranış biçimi oluşturulabilir, inşa edilebilir. Siyasetçiler, entelektüeller ve medya gibi kurum ve kuruluşlar bu anlamda belirleyici unsurlardır. Farklı olana ilişkin geliştirilecek toplumsal refleksi olumluya veya olumsuza çevirmek büyük ölçüde bu kişi, kurum ve kuruluşların elindedir. Medyanın da desteği ile, „çeşitlilik içinde birlik“ anlayışından yola çıkarak, Almanya’da diğer kültürel, dinsel ve etnik farklılıklara yer olduğu olgusu etkin bir şekilde inşa edilebilir.

Bu süreçte özellikle kurumlara önemli görevler düşmektedir. Kurumlar kültürel çeşitliliği anaakımlaştırmak için kendi paylarına düşenleri yapıp yapmadıklarını irdelemeli, toplumun değişen yapısı içinde, farklı etnik kökenlerden gelenlere, onların beklentilerine ve yaklaşımlarına kendi kurumlarında ne oranda yer verdiklerini gözden geçirmeli, farklı etnik kökenden gelenlere eşit imkanlar tanıyıp tanımadıklarını tartışmalıdırlar.

Medya  kuruluşları,  toplumda  ırk,  etnik  köken  ve  dini inanç  temelinde  tanımlanan  kültürel  çeşitliliğe  sahip grupların,  ulusal  ve  uluslararası  düzenlemelerde  yer verilmiş  ve  koruma  altına  alınmış,  var  olma  ve  kendini ifade  etme  hakkını  gözetmelidirler. Bu  grupların ayrımcılığa uğramaksızın, toplumsal barışı güçlendirme yönünde  desteklenmelerinde medyanın rolü son derece önemlidir. Bu  bağlamda,  medya  kuruluşlarında kültürel çeşitliliğin temsilinde karşılıklı anlayışı güçlendirecek bir  yaklaşım  benimsemek  öncelikli  hedef  olmalıdır.

Federal Almanya’da hükümetler kültürel farklılıkları zenginlik olarak görerek, toplumun önemli bir olgusu olan kültürel çeşitlilik konusunu dikkate almalı ve toplumda birlikte yaşamayı destekleyen devlet politikaları geliştirmelidirler. Bu alanda özellikle kültürel faaliyetlere teşvikler sağlanmalı ve bu teşviklerden faydalanmak kolaylaştırılmalıdır. Kültürel çeşitliliğin toplumsal zenginlik olarak değerlendirilerek, tanıtılmasına dönük  yayınlar da bu konuda önemli katkılar sağlayabilir.

1.3 Kültürel Çeşitliliğin Anayasal Güvence Altına Alınması

Bu süreçte toplumdaki farklı etnik ve dinsel kökene sahip insanların tanınması ve onların kendilerini geliştirme hakları da anayasal güvence altına alınmalıdır. Bu noktada Anayasal vatandaşlık konusu gündeme gelmektedir.

Anayasal vatandaşlığın esas itibarıyla iki özelliğinden söz edilebilir: İlki, yurttaşlık tanımının her türlü etnik, dinsel ve kültürel imalardan masun kılınmasıdır. Anayasal vatandaşlıkta, vatandaşlık herhangi bir etnik, dini veya kültürel kimliğe atıfla tanımlanmaz ve bunun doğal sonucu olarak da toplumun çoğulcu yapısında bulunan farklılıklar arasında birini/birilerini diğerine/diğerlerine karşı ayrıcalıklı kılan bir tercihte bulunulmaz. Bu yaklaşımda anayasa çoğulcu değerleri ihtiva eder ve toplumu oluşturan gruplara eşit mesafede durur. Böylelikle her türlü farklılık anayasanın koruması altına alınır ve bunların kendi varlıklarını devam ettirip geliştirebilmelerinin önü açılmış olur.

Anayasal vatandaşlığın ikinci özelliği, kamu makamlarını farklılıkları törpülemeye ve onları asimile etmeye dönük -gizli ya da açık- politikaları izlemekten men etmesidir. Bu yaklaşımda vatandaşlığa toplumu homojenleştiren bir enstrüman nazarıyla bakılmaz, aksine vatandaşlık farklılıklara hukuki güvence sağlayan bir koruma kalkanı niteliğine bürünür. Bu niteliğiyle de demokratik siyasete de zemin hazırlar.

Aslı "anayasal vatanseverlik (verfassung patriotismus)" olan anayasal vatandaşlık kavramı, ilk kez Alman siyaset bilimci Dolf Sternberger tarafından, 1970'li yılların ilk yarısında, Almanya bağlamında kullanıldı. Sternberger'e göre, "millet" kavramının, Almanya'da ulusal bütünlüğü ve bağlılığı sağlama imkanı yoktu. Çünkü bu kavram hem Nazi geçmişine dair çağrışımlar yaratıyordu hem de etnik bir içeriğe sahipti. Yurttaşların devlete sadakatini ve böylelikle Almanya'nın birliğinin idamesini, ancak ve ancak anayasada belirlenecek olan temel değerlerin halk tarafından benimsenmesi ve bu değerlere itaat edilmesi temin edebilirdi .[2]

Sternberger'den sonra -yine bir Alman filozof- Jürgen Habermas, anayasal yurttaşlığı geniş kesimlerin nezdinde tanınır kılan isim oldu. Habermas bu kavrama, AB çatısı altında bütünleşmeye doğru mühim adımların atıldığı bir zamanda -yani 1990'ların başlarında- yeni bir Avrupa vatandaşlığının ölçütlerini belirlemek için başvurdu. Habermas düşüncesinde siyasal değerlerin, kültürel değerlere nazaran daha makbul addedilmesinin ve öncelenmesinin altında yatan varsayım ise şuydu: "Farklı geleneklerden, dinlerden, kültürlerden ve ulus-devletlerden gelen insanlar ve halklar -AB bünyesinde- ortak çıkarlar için geleneksel kimliklerini gözardı ederek siyasal ve rasyonel ittifaklar kurabilirler". Hatta Fransız filozofu Derrida ile birlikte kaleme aldıkları metinde Habermas bu düşüncesini bir adım daha ileriye taşıdı ve AB ortak kimliğinin en temel öğesi olarak, aynılık ve benzerlik üzerine kurulu ulusal kimlikler yerine, "öteki"nin "ötekiliği"ni kabul eden etik anlayışın kurumsallaşmasının mümkün olduğunu dile getirdi.

Kültürel çeşitliliğe sahip olan diğer ülkelerde olduğu gibi [3], Federal Almanya'da da göç gerçeğine bağlı olarak, farklı etnik kökenlere sahip insanların bireysel hak ve özgürlükleri, tanınma ve siyasi katılım talepleri, aynı zamanda "vatandaşlık hakları”dır ve bu haklar anayasal güvence altına alınmalıdır.

[2] Anayasal Vatandaşlık, Vahap Coşkun, Radikal Gazetesi, 02/09/2007
[3] Çokkültürlü Anayasal Vatandaşlık, E. Fuat Keyman, Koç Üniversitesi, Radikal Gazetesi, 21/11/2004

1.4 Çok Yönlü Bir Süreç Olarak Entegrasyon

Almanya’da bazı partiler tarafından „öncü kültür“ sloganlarıyla yapılan entegrasyon politikaları, sadece bu sürece zarar vermekle kalmamış, „entegrasyon“ kavramının kendisini dahi yıpratmıştır. Bugüne kadar göçmenlerin Alman toplumuna uyumu şeklinde, tek taraflı anlamda kullanılan „entegrasyon“ kelimesi, göçmen kökenli insanlar tarafından neredeyse asimilasyon olarak anlaşılır hale gelmiştir.

Bu süreç içinde, farklı dil, kültür ve dine sahip olan göçmen kökenli insanlara, Alman toplumunun açılımı ve yaklaşımı konusu ise yeterince sorgulanmamıştır. Oysa entegrasyon sürecinde göçmen kökenli insanların olduğu kadar, Alman toplumunun da görev ve sorumlulukları vardır. Ancak maalesef bu konuda Alman toplumunda yeterince duyarlı ve bilinçli davranılmadığı görülmektedir. Çoğunluk toplumu tarafından göçmen kökenlilere empati ile yaklaşılması, azınlık toplumuna aidiyet ve birliktelik hissi verilmesi, bu görev ve sorumlulukların başında gelmektedir. Çünkü entegrasyon sürecinde belirleyici olan ve yön veren, bir ülkenin öncü kültürü değil, o ülkede oluşan ortak kültürdür.

Entegrasyon sadece toplumun bir kesimini ilgilendiren tek yönlü bir süreç değildir. Enteg-rasyon cezalandırmalarla, yaptırımlarla ve göçmen kökenlilere kısıtlamalarla da sağlanamaz. Entegrasyon ne çoğunluk kültürü uğruna kendi kültürel kökenlerinden feragat etme, ne de göçmen kökenlilerin tek taraflı gösterecekleri bir uyum çabasıdır. Entegrasyon, göçmen kökenli insanların sosyal, kültürel, ekonomik hayattan eşit oranda pay alması ve birlikte uyum içinde yaşayabilmesi için, azınlık ve çoğunluk toplumunun karşılıklı olarak birbirlerine yaklaşması ile mümkün olacaktır.
Bu konu kamuoyu önünde her yönüyle tartışılmalı, Almanya’da göçmenlerin topluma her alanda eşit katılımını ve toplumun her kesiminin birbirine yaklaşmasını sağlayacak politikalar geliştirilmeli ve hayata geçirilmelidir. Açıktır ki, entegrasyon her alanda toplumsal katılımı gerektirir. Başarılı bir entegrasyon politikasının temeli, toplumun her kademesini kapsayan sosyo&kültürel, ekonomik, vs. katılım politikaları ve bu politikaların hayata geçirilmesine dayanır.

Almanya'da, genel nüfus içinde, 2,7 milyon insan ile büyük bir halk kitlesini oluşturan Almanya Türkleri, bu ülkenin ayrılmaz bir parçasıdırlar. Almanya’daki yaşamın ortak şekilendirilmesinde en önemli faktör, bu kitleye hukuki ve anayasal düzlemde eşit haklar ve fırsaların tanınmasıdır. Federal Hükümet bu yöndeki politikalarını belirlerken Almanya Türkleri’ni sorunlu bir kitle olarak görmek yerine, onların potansiyel katkılarına odaklanmalı ve bu potansiyel katkıyı harekete geçirmeye yönelik politikalar belirlemelidir. Bu sürece toplumun her kesiminden temsilciler dahil edilmelidir. Bu tür bir yaklaşım, Almanya Türkleri’ni aktif olmaya da zorlayacaktır. Almanya Türkleri’nin de öncelikle kendi potansiyellerinin farkına varmaları, kendilerine ait meselelerde aktör olarak ön plana çıkmaları, sorumluluk almaları gerekmektedir.

1.5 Medyada Toplumsal Konuların Etnik- ve Dinselleştirilmesi

Federal Almanya’da yaşayan Türkler, yetmişli ve seksenli yıllarda ulusal ve etnik kriterlere göre tanımlanırken, günümüzde yeni bir Türk imgesi yaratılmış durumdadır. Son yıllarda görülmektedir ki, Türk toplumu içindeki sosyal tabaka çeşitliliği, dini mezhep farklılıkları ve farklı bölgelerin farklı geleneklere sahip olduğu gerçeği göz ardı edilerek, Türkler homojen bir dini grup olarak tarif edilmektedirler. Bu tarife göre tüm Türkler’in ortak paydası İslam dinidir. Medyanın haber ve programlarında versdiği mesaja göre ise İslamiyet, adeta şiddeti destekleyen bir din, kutsal kitap Kuran ise anayasa ile bağdaşmayan bir metindir. Medya tarafından topluma verilen mesaj, şiddetin kaynağının kökten dinci terör değil, adeta İslam dininin ta kendisi olduğudur. Batı medyası adeta söz birliği etmişcesine, tek tip, homojen, tüm dünyaya yayılmış ve şiddet eğilimli bir İslam tablosu çizmektedir. Bu tabloda, Türkler’in temel toplumsal özellikleri sadece dine indirgenerek, Almanya’da yıllardır süregelen entegrasyon ve Türkler tartışması din üzerine odaklandırılmaktadır [4].

Toplumun sınıfsal yapısı üzerine araştırmalarıyla ünlü, Köln Üniversitesi Politik Bilimler öğretim üyesi Prof. Christoph Butterwegge [5], Almanya'da gerçek sorunların gizlenebilmesi için günah keçileri yaratılması ve medyanın bu konuda oynadığı rol üzerine çok sayıda araştırma yapmış ve kitaplar yazmıştır. Son kitaplarından birisi, "Medya Göçmenler ve Uyum" adını taşımaktadır. Butterwegge kitabında, medyada şiddet olaylarının etnik yapıyla bir arada tartışılmasının, şiddet ve göçmenlik olgularının iç içe geçirilmesinin ortaya çıkardığı göçmen tablosunu ve bu durumun ortak yaşamı nasıl dinamitlediğini anlatmaktadır. Butterwegge’ye göre;

„Almanya'nın bütün okullarında olan şiddet, sanki yalnızca göçmenlerin çoğunlukta olduğu okullarda ve göçmenlerin kültür veya dinlerinden kaynaklanıyormuş gibi tartışılıyor. Şiddet aslında hep vardı, toplumun dışına itilen grupların -bazılarının deyimiyle asosyallerin- başvurduğu bir yöntem olarak görülüyordu. Şimdi de göçmenler, göçmen gençler öne çıkarılarak öyle olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor“.

Butterwegge yine bir röportajında, „Medyada göçmenler ne şekilde yer alıyor?“ sorusuna şöyle yanıt vermektedir:

„İngilizler’in 'Kötü haber en iyi haberdir' sözünü göçmenlerle ilgili haberlere uyarlayabiliriz. Alman medyasında 'en kötü yabancı en iyi yabancıdır' düşüncesi egemen. Örneğin, göçmenler hep polisiye olaylarla birlikte ele alınıyor. Hatta buna “Ausländerkriminalität” denerek, göçmen olmanın potansiyel suçlu olmak şeklinde algılanması ve göçmenlerin göçmen olmalarından kaynaklanan değişik bir suç tarzı varmış, Almanla’rın işlediği suçlarla göçmenlerin işlediği suçlar farklıymış gibi bir hava yaratılıyor. Örneğin, Türk gençleri benzin istasyonunu soydu diye başlık atılınca, sanki soygunun nedeni yalnızca Türk olmakmış, Almanlar böyle bir şey yapmazlarmış veya soygunun etnik yapıdan başka bir nedeni olamazmış gibi bir hava egemen kılınıyor. Göçmenlerin medyada negatif gösterilmesinin başka bir dönemi de 1990'lı yıllarda oldu. Mültecilerle ilgili olarak ‘asalaklar, sosyal sistemimize sinsice sokulan ve bizim sırtımızdan yaşayan parazitler' tanımlamaları, hem politikacılar hem de medya tarafından kullanıldı. Üçüncü alan 11 Eylül'den itibaren başlatılan 'Terör ve İslam' bağlantısı oldu. Burada İslam ve Müslümanlar genel olarak hedef alındı, radikal İslam değil, genel olarak İslam söz konusu oldu. 11 Eylül sonrası Müslümanlar ile ilgili öylesine kötü bir imaj yayıldı ki, her Müslüman'ın potansiyel terörist olabileceği korkusu yayıldı. Dördüncü alan ise, değişik kültür ve dinlerden insanların bir arada barış içinde yaşamasının mümkün olmadığı, çok kültürlü toplumun iflas ettiği haberleri. Televizyon ve gazeteler ortak yaşamın olanaksız olduğunu empoze ediyor. Ortak yaşamın yerine kültürler, dinler çatışması ekranlara getiriliyor. Tüm bunlar, göçmenlerle ilgili ön yargıları güçlendiriyor. Zaten çok zor koşullarda yaşayan göçmenlerin yaşamını daha da zorlaştırıyor.“

Prof. Chiristoph Butterwegge şöyle devam etmektedir:

“Gerçek problemler sosyal problemlerdir. Bu problemler etnik veya dini gruplar arasında ya da dinlerle kültürler arasındaki farklardan değil, Almanya'daki toplumsal yapıdan kaynaklanan sorunlardır. Örneğin, yoksulla zengin arasındaki uçurumun derinleşmesi gerçek sorundur. Bu sorun doğal olarak göçmenler arasında daha da yoğun olarak hissedilmektedir. Çünkü göç kökenli olanlar toplumsal açıdan en dezavantajlı olan kesimi oluşturmaktadır. Toplum aslında yoksullar ve zenginler diye bölünmüşken, göçmenlerle Almanlar gibi suni farklılıklar öne çıkarılmaktadır. Böyle olunca da toplumun sosyal adalet temelinde yeniden biçimlendirilmesi, yeni bir politikanın uygulamaya sokulması, gerçek sorumlulardan hesap sorulması gündeme gelmemektedir. Sosyal sorunların etnikleştirilmesi, din ve kültürlere bağlanması şeklinde medyaya da yansımakta ve medyanın da yardımıyla bilinç çarpıtması yapılmaktadır. Böylelikle gerçek sorunlar göz ardı edilerek, göçmen kökenliler günah keçisi olarak medyada da kullanılmaktadır”.

Kasım 2006’da Alman WDR, ZDF ve France Televisions tarafından Essen Zeche Zollverein’da düzenlenen “Medya ve göçmenler” konferansında, medyanın entegrasyondaki rolü adlı panelde, 11 Eylül'den sonra medyada göçmenler, özellikle İslam ülkelerinden gelen göçmenlerle ilgili tek taraflı, ön yargılı ve terör çerçevesinde haberler yapılması eleştirilirken, kültürler arası çatışmanın olmadığı, çatışmanın zenginlerin daha zengin, yoksulların daha yoksul olmasından kaynaklandığı, ama halkın medya aracılığıyla etki altında bırakıldığı, İslam’ın ve Müslümanlar’ın düşman olarak gösterildiği eleştirisi dile getirilmiştir. Panele Fransa'dan katılan filozof Tarık Ramadan şöyle demiştir:

„Fransa'daki olaylar İslam ve göçmen gençlerin entegre olamamalarından değil, sosyal eşitlik isteğinden kaynaklanıyor. Yaptıklarının yanlış olduğunu kabul etmekle birlikte bu çocuklar kendilerini Fransız vatandaşı olarak görüyorlar ve sosyal adaletsizliğe karşı çıkıyorlar. Bunu etnik ve dini bir olay olarak göstermek yanlıştır".

[4] Almanya'daki Türk imajının geldiği nokta, Sanem Kleff ve Eberhard Seidel, 31.08.2007, http://tr.qantara.de
[5] Christoph Butterwegge/Gudrun Hentges (Hg.), Massenmedien, Migration und Integration, Wiesbaden 2006, 260 Seiten, ISBN-Nr. 3-531-15047-2.

1.6 Farklı Etnik Kökene Sahip İnsanlar Homojen Bir Grup Değildirler

Federal Almanya’da yaşayan farklı etnik kökene sahip insanların homojen bir grup oluşturmadıklarının anlaşılması uzun bir süre aldı. 2007 Eylül ayında Heildberg’deki Sinus Sociovision Enstitüsü’nün yaptığı analiz ve araştırma raporunda, ülkenin nüfusunun % 18.6’sını oluşturan göçmenler ile ilgili genel tanımlamaların aksine, dikkat çekici veriler ortaya çıktı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya yapılan işgücü göçünün üzerinden 50 yıldan fazla bir süre geçti. İlk başta sadece kalifiye işçilerin temsil ettiği göçmenler arasında, süreç ilerledikçe sınıflar, kültürel farklılıklar yıldan yıla değişme gösterdi. Bu bakımdan göçmenler için yapılan genel tanımlamaların çoğu artık bugün gerçeği ifade etmemektedir.

İlk kez Heidelberg’deki Sinus Sociovision Enstitüsü tarafından, göçmen kökenli kişiler arasındaki farklılaşma özelliklerini tespit etmek üzere yapılan “Yaşam Biçimleri Analizi” bu açıdan somut bulgular içermektedir. Araştırma göçmen kökenli kişilerin artık sosyo-kültürel açıdan homojen bir grup olmadıklarını ortaya konmuştur. Araştırma Almanya’da yaşayan göçmen kökenli insanların günlük yaşamlarından, aileye ve dini değerlerine bağlılığına, kültür ve sanat etkinliklerine ilgileri olup olmadığına kadar birçok konuyu ayrıntılarıyla ortaya koymaktadır.

Sinus Sociovision Enstitüsü’nün araştırması, Almanya’da yerli ve göçmen kökenli kişiler arasındaki ilişkilerde ulusal kökenin, gelinen ülkenin, ortak dinin değil, sosyal kökenin belirleyici olduğu tespit edilmiştir. Araştırmaya göre, Türkiye kökenli bir işçi, aynı fabrikada çalıştığı Alman iş arkadaşına Türkiye kökenli bir işverenden daha yakındır. Toplumda aynı sınıfsal konuma sahip olan, farklı uluslardan ve inançlardan gelen insanların günlük yaşamda birbiriyle uyum içinde yaşadığını tespit eden araştırma, ayrıca Alman eğitim sistemi içinde göçmen çocukların dezavantajlı durumda olduklarını da vurgulamaktadır [6].

Sonuç ise bilinen bir gerçeği tekrar gözler önüne sermektedir: Her kültürde olduğu gibi göçmen kökenli insanlar arasında da muhafazakarından liberaline, entelektüelinden, çok kültürlü yaşamayı tercih edenine kadar farklı kesimlere rastlamak mümkündür. Kamuoyunda hakim olan genel kanının aksine Türkler, İtalyanlar, Polonyalılar, Ruslar ya da diğer göçmen kökenli insanlar da en az Alman toplumu kadar çeşitlidirler. Araştırma, göçmen kökenli insanları sadece milliyetlerine ya da dini inançlarına indirgemek ve kategorilere ayırmanın doğru olmadığını bilimsel olarak kanıtlamaktadır.
Araştırma, etnik kökenleri farklı insanların oluşturduğu farklı sosyal sınıfların olduğunu, ancak burada Türk sosyal sınıfı ya da Yunan sosyal sınıfının söz konusu olmadığını, aksine entelektüel sınıf gibi, farklı etnik kökenli kişilerin birlikte oluşturdukları bir sosyal çevrenin oluştuğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Etnik kökene göre değil de, sosyal yaşam tarzına göre sekiz farklı sosyal çevrenin belirlendiği araştırmada, etnik kökenin, göç nedenlerinin ve dinin rolünün, göçmenlerin yerleştikleri ülkede oluşturdukları sosyal çevrede, mutlak belirleyici olmadığı ve ayrıca dinin etkilerinin gereğindan fazla abartıldığı belirtilmektedir.

Sinus Sociovision Enstitüsü’nün araştırması, ülkedeki göçmenlerin öyle gösterildiği gibi dinci olmadığını ortaya koymaktadır. Kökten dinciliğin yaygın kanının aksine Almanya’da göçmen kökenlilerin karakteristik özellikleri arasında olmadığı görülürken, araştırmaya katılanların % 84’ü dinin özel bir konu olduğuna inanmakta ve devletin yasalarının dinin kurallarından daha önemli olduğunu düşünmektedir. Bu sonuçlar ile araştırma şimdiye kadar göçmenlerle ilgili çizilen genel karamsar tablonun tam aksini gözler önüne sermiştir. Böylece ‘kültürlerarası çatışma’ gibi son derece hararetli tartışmaların aslında abartıdan öte olmadığı anlaşılmaktadır.

Yine ilginç bir sonuç olarak, bugüne kadar yapılan analizlerin çoğunda Türkiye gibi Müslüman ülkelerden gelen göçmenlerin daha içe kapalı şekilde, “paralel toplumlar” olarak yaşadıkları ileri sürülürken, Sinus Sociovision Enstitüsü araştırması, eski Sovyetler Birliği’nden gelen Alman kökenli kişiler ile eski Yugoslavya ülkelerinden gelen kişilerin daha fazla içe kapalı yaşadıklarını ve daha az Almanca bildiklerini saptamıştır. Bu çevrelerin dışa açılarak başka yaşam biçimleriyle ilişki kurmadıkları ifade edilerek, çoğunun “geldiğim ülke benim vatanım, Almanya ise ekmeğimi kazandığım yer” şeklinde düşündükleri raporda yer almıştır.

Araştırmada Türk kökenli gençlerin dörtte üçünün kendilerini Almanya’ya ait hissettikleri, Almanca konuştukları, sadece 1990’lı yıllarda Almanya’ya gelen dörtte birlik bir kısmının kendi içlerinde bir çevre yarattıkları vurgulanmıştır.

Ayrıca, göçmenler arasında yüksek eğitimli ve yüksek gelirli kişilerin oranının genel toplum içindeki oranın üstünde olduğu tespit edilmiştir. Yine araştırmaya katılanların % 80’i Almanya’da “memnuniyetle” ya da “çok memnuniyetle” yaşadığını ifade ederken, sadece çok az bir bölüm kökeninin geldiği ülkede yaşamayı tercih ettiğini söylemiştir.

Toplum analizcileri 21. yüzyılın elit tabakasını, “entelektüel, kosmopolit ve çokkültürlü uzman kesim” olarak nitelendirirken, bu grup göçmenlerin dörtte birini oluşturmaktadır. Çoğunluğu kadınlardan oluşan bu grup, çokkültürlü ve farklı felsefelerden etkilenen, yaratıcı kimlikleri ile gurur duymaktadırlar. Söz konusu elit kesimin kendinden emin şekilde, toplumda öncü olma görevi üstlendikleri vurgulanmaktadır. Araştırmada dikkati çeken bu nokta ile, göçmen kökenli kişiler arasında “yeni Alman elitleri”nin oluşmaya başladığı görülmektedir. Ticaret, sanat, medya, siyaset gibi alanlarda artık çok sayıda göçmen kökenli insanın yer aldığına, bunların göçmenler arasındaki oranının Almanlar’ın genel toplumu içindeki oranından fazla olduğuna işaret edilmişti. Sinus araştırmasında, bu grubun çoğunluğunun Alman vatandaşı olduğu ve geleneksel dini köklerine bağlı olan kişilerin % 16 ile sınırlı olduğu belirtilmiştir.

Sinus Sociovision Enstitüsü ayrıca, göçmen kökenli kişiler arasında sınıf atlayanların oranının da yüksek olduğuna dikkat çekmiştir. Bu kesimler arasında eski sosyal devlet anlayışına karşı çıkanların sayısının yüksek olduğuna da işaret edilerek, bu kesimlerin “geleneksel misafir işçi ailesi” özelliği taşımadıkları dile getirilmiştir. Araştırma sonucu, göçmenlerin % 70’inin “istendiği takdirde yükselmenin mümkün olduğu”na inandıklarını ortaya koymuştur. Göçmenler arasında yükselmeyi başaranlar ile geride kalanlar arasında mesafenin açıldığı görülmüştür. Ayrıca eğitim seviyesi ve geliri yüksek olan kişilerin, göçmen oranı daha az olan bölgelerde oturmayı tercih ettikleri de belirlenmiştir. Analizciler, göçmenler arasında dörtte birlik bir bölümün hala geri seviyede kaldıklarını ve kendi çevrelerinden oldukları halde, yükselmeyi başaran kişilerin olduğunu görmelerinin onlara daha çok acı verdiğini bildirmişlerdir. Araştırma, bu grubu köklerinden kopmuş alt tabaka olarak nitelerken, bu tabakada olanların, Almanya’da yaşayan göçmenlerin ikinci sınıf vatandaş olarak muamele gördüklerine inandıklarını da aktarmaktadır. Bu gruba daha çok eski Sovyetler Birliği ve Yugoslavya ile 1990’lı yıllarda Almanya’ya gelen Türk erkeklerinin girdiği, bunların genellikle Almanca konuşamadığı, kendi aralarında içe kapandıkları ve dış dünya ile iletişime giremedikleri ifade edilmektedir. Bu grup Almanya’yı sadece para kazanılacak bir yer olarak görmekte, çoğunluk toplumu ile barışık yaşamamaktadır. Öte yandan göçmen kökenlilerin büyük bir kısmı için, entegrasyon ne çözülmemiş bir sorun ne de açık bir sorundur.

Hangi göçmen grupları var?

Sinus Sociovision Enstitüsü’nün araştırmasına göre, Almanya’da sekiz farklı göçmen grubu/çevresi bulunmaktadır. Bunlar:
  • Yerleşik dinci çevre (% 7): Bu grup çağ dışı, feodal ve dincidir.
  • Geleneksel işçi çevresi (% 16): Kol gücüyle çalışan klasik işçiler.
  • Toplum içindeki yerini sosyal konumuyla belirleyen çevre (% 12): Yükselen kesimler.
  • Kökenini kaybedenler (% 9): Bu çevrenin çok açık bir kimliği yoktur.
  • Entelektüel-kozmopolit çevre (% 11): Küreselleşmiş bir  özellik taşıyor.
  • Çok kültürlü performans çevresi (% 13): Çok kültürlü, batılı, başarılı.
  • Uyumlu sosyetik çevre (% 16): Güvenliğe ve uyumluluğa önem veriyor.
  • Altkültür grubu (% 15): Uyumsuz, direnişçi gençlik.
Araştırma nasıl yapıldı ?

Sinus Sociovision Enstitüsü tarafından “Almanya’da Göçmen Çevreler” başlığıyla yapılan araştırma, 2006-2008 yılları arasında, 14 yaşından büyük 2072 kişi arasında, 100 saati aşan detaylı röportajlarla yapıldı. Araştırmaya Federal Aile Bakanlığı, Kuzey Ren Vestfalya eyaleti Başbakanlığı Kültür Dairesi, Deutscher Caritasverband, Konrad-Adenauer-Stiftung, SWR gibi kurumlar destek verdi.
[6] Yeni Göçmen Analizi, Evrensel, 12 Aralık, 2008

1.7 Bilimsel Araştırmalara Göre Alman Medyasında Etnik Köken ve İslamiyet

Almanya'da 1970’li yıllardan bu yana, özellikle yoğun olarak son yıllarda, göç ve entegrasyonu farklı yönleriyle ele alan, uluslararası düzeyde araştırmalar yapıldı. Bilim insanları, göç ve entegrasyon konusunu değişik boyutlarıyla ele alarak, kuşaklar arasındaki ilişki, aidiyet, din, yaşam planları, etnisite ve etnikleştirme konularında araştırma yaptılar.

Medya’nın entegrasyon sürecindeki rolü de sıkça bilimsel araştırmaların konusu oldu. Bu araştırmalar, Almanya’daki medyayı, ekranlarda, gazete ve radyolarda göç ve entegrasyon konusunun yansımalarını inceledi. Araştırmalar, göç ve entegrasyon konusunu ele alan haber ve programların bir çoğunun ön yargılı olduklarını ve klişelere dayandıklarını bilimsel olarak kanıtladılar.

Örnek olarak, 2007 yılı Eylül ayında, Federal Aile Bakanlığı “Zwangsverheiratung in Deutschland – Almanya’da Zorla Evlilikler” adlı bir bilimsel araştırmanın sonuçlarını açıklamıştır. Araştırma, zorla evliliklerin İslam dinine bağlı olmadığını ve sadece Türk kökenli göçmenlerin bir sorunu olmadığı sonucuna varmaktadır.

Alman medyasının, bakanlığın bilimsel bir araştırma sonucuna dayanarak açıkladığı, böylesine önemli bir tespitine gerekli ilgiyi göstermemesi ise dikkat çekicidir. Alman 1. Kanalı'na bağlı "Tagesschau" haber sitesi, konu ile ilgili yayınladığı haberinde, bu tür evliliklerin İslam'la alakalı olmadığı yönündeki resmi açıklamaya tek satır ayırmazken, haberi başörtülü bir bayan resmi ile birlikte yayımlamıştır. "Tagesspiegel" gazetesi de haberinde aynı tespite tek cümle ile değinmezken, "Alman Hükümeti’nin yabancılar arasındaki zorla evliliklerle mücadele etmeye devam edeceğini" belirtmekle yetinmiştir. Birçok Alman gazetesinin bu konudaki haberi, Alman Haber Ajansı "dpa"dan aldıkları anlaşılmaktadır. Dpa haberinde ise, İslam ile ilgili ne uyumdan sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Maria Böhmer'in ne de Federal Aile Bakanlığı müsteşarı Dr. Hermann Kues'in belirttiği "zorla evlendirmeler sıkça iddia edildiği gibi ne İslam dini ile bağlantılı ne de sadece Türk kökenli göçmenlerin bir sorunudur" demeci yayımlanmamıştır.

"Erfurt Üniversitesi Medya ve İletişim Bilimleri Bölümü" veya "Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi" (EUMC) gibi kurumların yıllardır medyada İslamiyet'in nasıl ele alındığını inceleyen araştırmaları da bu durumu belgelemektedir.

Avrupa Birliği'nin resmi bir kurumu olan EUMC özetle, "Radyo, televizyon ve basın sadece kısmen dengeli haber yapıp, İslam'la yapıcı bir diyalog sunmayı çok az başardı" demektedir. Yine EUMC, gazetecilerin "başörtülü kadınlar veya Kuran kurslarına giden çocukları resmederek" ön yargıları körüklediklerini vurgulamaktadır.

Erfurt Üniversitesi Medya ve İletişim Bilimleri Bölümü'nden Profesör Kai Hafız'a göre ise, "ARD ve ZDF kanalları İslam korkusunu körüklüyor" ve "basitleştirilmiş bir Medeniyetler Çatışması imajına" kapılmış gidiyorlar. Prof. Kai Hafız'ın 2005 ve 2006 yıllarında haber, magazin ve siyasi tartışma programlarında İslam konusunun nasıl ele alındığını inceleyen "Şiddet ve Çatışmaların İslam'la Bağlantısının ARD ve ZDF'de Ekrana Yansıması" başlıklı son araştırması son derece önemli sonuçlar içermektedir [7].

Yine bu araştırmanın bir sonucu olarak Almanya’da ARD ve ZDF kanallarında yer alan önemli siyasi programların, kamuoyunda İslamiyet’e yönelik ön yargı ve korkuyu körükleyici bir karakter sergilediği açıklanmıştır. 2005 ile 2006 yılları arasındaki televizyon programlarını mercek altına alan araştırmada, „Report“, „Frontal 21“ ve „37 Grad“, „Sabine Christiansen“ „Berlin-Mitte“, „Beckmann“, „Kerner“ gibi çok izlenen programlarda, İslamiyet unsurunun ele alınış şekilleri değerlendirilmiştir.

Buna göre İslamiyet, yayınların % 81'inde olumsuz konularla, % 11'inde kültür ve din, % 8'inde ise gündelik ve sosyal yaşamla ilişkilendirilmiştir. Bahsi geçen "olumsuz konular" ise, terör ve köktendincilik (% 23,31), uluslarası anlaşmazlıklar (% 16,54), başka dinlere karşı hoşgörüsüzlük (% 9,77) ve kadınlara yönelik baskı ve şiddettir (% 4,51).

Araştırmanın dikkat çeken sonuçlarından birisi şudur: "Sorun olumsuzlukların ekrana yansıtılması değil, normal olanın, günlük yaşamın yansıtılmamasıdır". Programı hazırlayan yapımcılar ise, bu konuyu seçmelerine gerekçe olarak yaşanan şiddet ve terör, kadınların yaşadığı haksızlıklar, töre cinayetleri, dinsel hoşgörüsüzlük ve uyum sorunlarını göstermektedirler.

Hemen hemen tüm araştırmaların "Medya İslamiyet'e karşı korkuyu ve ön yargıları körüklüyor ve İslamiyet'in "düşman" imajını kuvvetlendiriyor" sonucuna varması dikkat çekicidir. Almanya'da medya tarafından iletilen ve toplumlar arasındaki birlik ve beraberliğe zarar verecek nitelikte olan bu mesaj, Müslümanlar'da olumsuz sonuçlar yaratmakta ve radikalleşmeye yönlendirebilecek nitelikler taşımaktadır. Çok açıktır ki, bu tür programlar medya yoluyla toplumda klişeleşmiş olan İslamiyet ve Müslüman (İslamofobi) korkusunu körükleyecek ve bu da toplumsal gerilime sebep olacaktır.

Araştırmaların belgelediği bu durumun farkında olan ünlü kabare sanatçısı Hagen Rether, ARD'de "Scheibenwischer" adlı bir kabare programında, Almanlar’ın Müslümanlar’a bakış açısını sorgulayan bir 2007 yılı değerlendirmesi yaparken, Stern ve Spiegel gibi dergileri İslam ve Müslümanlar’a karşı tutumlarından ötürü açık şekilde eleştirmektedir [8]. Bu programda Rether, Spiegel'in bir yıl önceki kapak başlığını boksörlere benzetiyor ve “Hz. Muhammed'e karşı Papa” diyor. Sonra bir önceki yıl Spiegel'in Mart ayı kapağını gösteriyor ve şöyle diyor:

"Mekke Almanya. Arka fon siyah. Mesele İslamiyet olunca mutlaka siyah olmalı. Alt başlık: Sessiz İslamlaşma. Bu dergi her köşede bulunuyor, çocuklar okuyor, ama anlamıyor, tabii yetişkinler de. Fakat bu bir atmosfer oluşturuyor. Nasılsa bir günah keçimiz var. Bununla korku oluşturuyoruz. Aynen 11 Eylül'deki gibi paranoyamız var. Ondan önce de vardı. Bizde sözde koruyucu bir paranoya var. Yani önden giden bir korkuya sahibiz. Bu yeni bir fenomen. Korku bir zehir gibi etkisini gösteriyor. Beyin ve kalbimiz duyarsız hale getirildi".

Hagen Rether konuyu her yönüyle açık şekilde ortaya koyarken, gerilim yerine uzlaşma ve diyalogtan yana tavır sergileyen mesajlar ile programı bitiriyor.

2006 yılı Mayıs ayında, günlük gazete "Die Welt" İngiliz tarihçisi Norman Stone'a soruyor: "Batı'daki olumsuz Türk imajı nereden kaynaklanıyor?" Norman Stone'un yanıtı:

"Sorunun özü, belki de Almanya'daki Türkler’e ne olduğudur. Türkler Almanya'da biraz sorunlu olarak öne çıkıyorlar. Entegrasyonları çok uzun sürüyor“.

Tarihçi Norman Stone'un tezi böyle. İlginç olan bunun bir  Alman sorunu olması - Fransa ve İngiltere'deki Türkler’de bu sorun yaşanmıyor. Stone'a göre Türkler hakkındaki olumsuz imajın nedenlerinden birisi Almanya Türkleri’dir. Medya tarafından yansıltılan olumsuz imajın temelinde Norman Stone'un tespitine göre, Almanya'daki Türkler’in problemli bir toplum olarak öne çıkması tartışma konusudur.

[7] Das Gewalt- und Konfliktbild des Islams bei ARD und ZDF. Eine Untersuchung öffentlich-rechtlicher Maga-zin- und Talksendungen von Prof. Dr. Kai Hafez und Carola Richter, M.A., Universität Erfurt, Januar 2007.
[8] Hagen Rether, ARD'de "Scheibenwischer" kabare programında, 2007 yılı değerlendirmesi için tıklayınız:
http://www.youtube.com/watch?v=sET9EmMbGSI

1.8 Suni Gündem Yaratılması, Ön Yargı ve İmgeler

Almanya'da uluslararası düzeyde değer taşıyan göç ve entegrasyon araştırmaları yanında, şüphesiz bu süre içerisinde, konuyla ilgili bilimsel olmayan çalışmalar, popüler tarzda yazılan kitaplar da oldu. Bu türden kitapların medya aracılığıyla yayılmasıyla, adeta göç ve entegrasyon politikalarındaki hataların gizlenmeye çalışıldığı izlenimi veren bu durum endişeyle izlenmektedir.

Bu konuda, 2006 yılı Şubat ayında Almanya üniversitelerinde araştırma yapan 60 bilim insanı, „Müslümanlar’a adil davranılsın“ başlığıyla, göçmenlere yönelik tartışmaların Müslümanlık çerçevesinde darlaştırılıp, ön yargıları körükleyerek sürdürülmesini eleştiren bir açıklama yayınladılar. Göç konusunda yaptıkları değişik araştırmalarla tanınan bilim insanları, tartışmaların Necla Kelek, Ayaan Hirsi ve Seyran Ateş'in bilimsel olmayan kitaplarına dayanarak yapılmasının yanlış olduğuna dikkat çektiler.

Profesör Dr. Yasemin Karakaşoğlu ve Dr. Mark Terkessidis tarafından kaleme alınan ve aralarında Prof. Dr. Ursula Boos-Nünning, Prof. Dr. Christoph Buttenvegge, Prof. Dr. Klaus Geiger, Prof. Dr. Barbara John'un da bulunduğu altmış kişi tarafından imzalanan açıklamada [9], başta Necla Kelek'in ,Yabancı Gelin'i olmak üzere Ayaan Hirsi'nin ,İtham Ediyorum' ve Seyran Ateş'in ,Ateşe Büyük Yolculuk' kitaplarına atıfta bulunularak, zorla evlendirmelere karşı bir kampanyada, bu kitapların tavsiye edilmesi eleştiriliyor. Açıklamada şöyle deniliyor:

„Bu kitaplar İslam'ın ataerkil ve gerici bir din olarak gösterildiği şikayetlerin karışımından oluşuyor. Kitapta yer alan tavsiyelerin hedefi açık: Zorla evlendirme ve diğer insanlık dışı davranışların nedeni gerici İslam’dır. Bu durumdan kurtulmanın yolu da Almanya’ya, daha geniş deyimle Batılı toplumlara entegre olmaktır. Bu kitaplar kişisel deney ve tek tek olayların toplumsal bir sorun haline getirildiği, bilimsel doğruluğu az olduğu gibi, aynı zamanda oldukça tehlikeli de görülen, değersiz çığırtkanlıklardır. Bakanlık ve belediyelerin, aydınlatıcı söylemlere, bilimsel araştırmalara dayalı kitapları tavsiye etmeleri beklenir. Ancak göç ve entegrasyon konusunda yapılan tavsiyeler bunun tam tersi.

İçişleri eski bakanının Necla Kelek'in kitabını tanıtması, Kelek'in bu araştırması nedeniyle „Geschwister Scholl Ödülü“'nü alması, Federal Göç ve Mülteciler Dairesi'nin itibarlı bir danışmanı olarak atanması, bakanlıkların ciddi araştırmalar yerine böylesi ciddiyetsiz kaynakları esas alması ve bunların medya ve yerel yönetimlerin belli bir bölümü tarafından uzman olarak görülmesi gibi gelişmeler bizi ürkütüyor.

TAZ'dan Zeit'a kadar tüm gazeteler, Türkler’in ve Müslümanlar’ın davranış nedenlerini yorumlatmak için Kelek'e başvuruyorlar. Kelek de İsviçre maçında Türk futbolcuların şiddet eylemlerinin de, Fransa'daki göçmen ayaklanmalarının da kaynağında İslamiyet ve Türk kültürünün yattığı tespitini yaparak, bu tür olayların Almanya'da da olabileceği ön görüsünde bulunuyor. Halbuki bu analizler, İslamiyet ve Türkler’le ilgili klişelerin, Kelek'in aile hikayeleri eklenerek yaygınlaştırılmasından başka bir anlam taşımıyor.
Kamuoyunda bilimsel araştırmaları hiçe sayarak sürdürülen tartışmalar, İslam ve göçmenlerle ilgili ön yargıları pekiştirmekle kalmıyor, göçmenlerle ilgili konulara da sınırlandırmalar getiriyor. Kamuoyu yaratılan suni gündem ile uğraştırılıyor. Kimse günlük yaşamdaki ayrımcılık, eğitim gibi alanlardaki problemler üzerine konuşmuyor.
Günümüzde Almanya’nın birçok eyaletinde öğrencilerin % 40'ı göçmen kökenli ailelerden geliyor. Göçmen kökenli toplumunun geleceğinin şekillendirilmesi için akılcı tartışmaların yapılmasının tam zamanı. Ancak bu tartışmalar, bulvar edebiyatı temel alınarak değil, akılcı yollarla elde edilen bilgiler temelinde sürdürülmek zorundadır.“
Açıklamada imzası bulunan Duisburg- Essen Üniversitesi, Göçmen Pedagojisi Bölümü’nden Prof. Dr. Ursula Boos-Nünning ise şöyle demektedir:
„Romanlar üzerinden politika yapılmaz. Göçmenler üzerinden yapılan politikaların romanlara dayandırılmasına, romanlardan çıkarak yasaların sertleştirilmesine, ön yargıların güçlendirilmesine dur demek gerekiyor. Kimse zorla evlilik ve aile içi şiddetten yana tavır almıyor. Karşı çıkılan, bu istisnai durumların genelleştirilmesi ve bir dinin, bir kültürün sorunu gibi gösterilmesidir. Şimdilerde geçerli politika bu. Necla Kelek de bu politikayla uyuşuyor ve malzeme sunuyor. Herkes istediğini yapmakta serbesttir. Kelek de bir edebiyatçı olarak istediği şekilde roman yazmakta serbesttir. Ama bu tür romanlar üzerinden politika yapılırsa, bizim gibi bilim insanlarının da müdahale etme hakkı vardır. Ben 1971'den bu yana göçmenlerle ilgili araştırmalar yapıyorum. Müslüman erkeklerin saldırgan, Müslüman kadınların kurban olarak gösterilmesi çabaları dünya çapında yapılıyor. Almanya'da medyaya bakın, her gün Türk-Müslüman gençlerin başarısızlığı, şiddet eğilimleri üzerine yazılar yayınlanıyor. Müslüman kadınlar, genç kızlar zavallı olarak gösteriliyor; onlar için tek çözüm 'medeniyet'e sığınmak. Başlangıçta uç tiplerle başlayan tartışma, sanki göçmenlerin hepsi böyleymiş gibi sürdürülüyor. Kamuoyu ön yargılarla donanıyor ve sonra yola getirme çabaları başlıyor. Normal olan, bizim bilimsel araştırmalara dayanarak söylediğimiz şeyler, istisna olarak niteleniyor, istisna olan Kelek gibilerin romanlarına dayanan şeyler ise normal olarak dayatılıyor. Bu tehlikeli bir durum. Ama böyle isteniliyor. Baden Württemberg'deki „Vicdan Testi“ ile ilgili protokolleri okuyacak olursanız, amacın göçmenlerin hepsinin 'barbar Müslümanlar' olarak görülüp yola getirilmek olduğunu anlarsınız“.

[9] Entegrasyon politikası önyargılara dayanıyor. Bu nedenle de geleceği yok, Dr. Mark Terkessidis,  Prof. Dr. Yasemin Karakaşoğlu. Çeviren Semra Çelik, 02.2006, Radyo Kassel.

1.9 Almanyada’ki Türk Televizyon Kanalları

Göçün ilk dönemlerinden bu yana Almanya Türkleri, Türk medyası ile çeşitli biçimlerde ilişki içinde olmuştur. Türk medyasının Almanya Türkleri için zamanla artan önemini yansıtan en önemli göstergelerden birisi, Frankfurt kenti çevresinde kurulan matbaa ve televizyon stüdyolarına yapılan yatırımlardır. Almanya’daki Türk medyasının hemen hepsinin bu ülkede ayrı bir yazı işleri ve haber merkezi var olmakta, çoğunun bu ülkenin çeşitli kentlerinde muhabirleri düzenli olarak çalışmaktadır.
Türkiye'de yayınlanan gazetelerin 1970'li yıllardan sonra Almanya'da da basılıp dağıtılmaya başlamasıyla birlikte, haber edinme olanağı önemli ölçüde artmıştır. 1989 yılına kadar Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli işçilerin başlıca haber edinme kaynakları, Türk gazeteleri, Köln Radyosu ve yaşadıkları ülkelerin yazılı ve görsel medyasıydı.

1989 yılında ilk kez TRT INT, kablo üzerinden Avrupa ülkelerinde izlenmeye başlanmış, böylece o tarihe kadar evlerinde Alman televizyonlarını izleyerek zaman geçirmekte olan Türkiye kökenli göçmenler, yeni bir görsel yayın alternatifine sahip olmuşlardır [10]. Türkiye Araştırmalar Merkezi tarafından 1992 yılında yapılan bir araştırmaya göre, bu dönemde TRT INT en önemli haber kaynaklarından birisi haline gelmiştir. En çok izlenen programların başında ise % 82 ile haberler gelmektedir.

İlerleyen yıllarda teknolojideki gelişmelerle birlikte, çanak anten üzerinden izlenebilen Türk televizyon kanalı sayısı hızla artmaya başlamıştır. 1995 yılından itibaren Türkiye'de yayın yapan büyük özel televizyonlar da Deutsche Telekom üzerinden kablolu yayın ağına girmeyi başarmışlardır [11].
Çanak anten üzerinden Türk televizyonlarının izlenebilme imkanı, Almanya Türklerini hızla bu teknolojiye yöneltmiştir. Televizyon yayıncılığında dijital platformun gelişmesi ve internetin günlük yaşamda kullanımının da hızla artmasıyla, Almanya Türklerinin Türkiye’den haber alma olanakları, önceki dönemlere nazaran muazzam ölçüde artış göstermiştir.

Bu süre içinde Almanya'da çanak anten kullanımı hakkında ev sahipleri ve kiracılar arasında birçok mahkeme kararı da çıktı [12]. Örneğin Federal Anayasa Mahkemesi 1994 yılında verdiği "1 BvR 439/93" dosya nolu kararında, göçmenlerin "enformasyon edinme hakkını" düzenleyen Anayasa'nın 5. maddesine dayanarak, kiracıların oturdukları ev veya dairelerine çanak anten taktırabileceğini hükmederken, Yargıtay (BGH) ise dört yıl önce aldığı bir kararla, çanak anteni taktırmak isteyen kiracıların hakkını kısıtlamıştı. "VIII ZR 118/04" sayılı BGH kararının gerekçesinde, kablolu tv şebekesi üzerinden çok sayıda yabancı yayınların da izlenebileceğine vurgu yapılmıştı.
2008 nisan ayında Frankfurt Sulh Mahkemesi ise, "33 C 3540/07-31" dosya nolu kararında, Alman hukuk tarihinde ilk kez yabancı televizyon kanallarının internet üzerinden izlenebildiği ve bu sayede göçmenlerin anavatanlarıyla dilsel ve kültürel bağını koruyabilecekleri gerekçesiyle, internetteki tv yayınlarının, çanaktan alınabilecek yayınların yerine geçebileceğine işaret etti. Çanak anteni savaşında verilen bu son karara, kiracılarına çanak anteni taktırmak istemeyen ev sahiplerini sevindirirken, hukukçular, ev sahiplerinin sevincini kursaklarında bırakacak bir hatırlatmada bulundular.
Yargıtayın aldığı "VIII ZR 207/04" dosya nolu kararı hatırlatan hukukçular, "Bu karar uyarınca, çanak anteniyle ilgili her dava, ayrı ayrı görülecektir. Kablolu tv şebekesi olmasına rağmen, küçük çanak antenlerinin takılması engellenemez" deyip, internetteki tv yayınlarının enformasyon kaynağı olarak kabul edilse bile, bunun çanak takılmasına bir engel teşkil etmediğini vurgulamışdılar.

[10] Deutsch-Türkischer TV Markt: Zwischen Integration und Unpressionalität, Çicek Bacık, Philipps Universität Marburg Fachbereich Politikwissenschaften, 2007
[11] Türkische TV-Sender in Deutschland - Abschlussbericht - Vorgelegt vom Berliner Institut für Vergleichende Sozialforschung, 2005.
[12] Mahkemeden kiracıları üzecek karar, Ayhan Can, hurriyet.de, 10 Ağustos 2009

1.10 Anketlere Göre Televizyon İzleyicilerinin Kanal Tercihleri

Kasım 2006’da Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı´nın Türk kökenli yetişkinler arasında gerçekleştirdiği bir anketin sonuçları, Almanca yayın yapan televizyonlar arasında kamusal televizyonların çok daha az izlendiğini ortaya koymaktadır, buna karşılık özel kanalların izlenme oranları Almanya ortalamasının üzerine çıkmaktadır.

En fazla hangi Alman kanallarını izledikleri sorusuna, Almanya Türkleri’nin verdikleri yanıt RTL (% 54) ve ProSieben’dir (% 37). Bunu hemen hemen eşit bir oranla ARD izlerken, arkasından % 34´lük oranlarıyla SAT 1 ve ZDF televizyonları gelmektedir. Ardından ise % 20´lik izlenme oranıyla RTL2, % 14 ile Vox ve % 12 ile WDR sıralanmaktadır. Rakamlar Almanya Türkleri’nin Almanya genelinden farklı olarak, daha fazla, özel kanallara yöneldiklerini göstermektedir.

Öte yandan 2008 yılında, Türkiye Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Kamuoyu, Yayın Araştırmaları ve Ölçme Dairesi’nin Almanya´da yaşayan Türkler arasında gerçekleştirdiği „Televizyon İzleme Eğilimleri Araştırması“’nın sonuçlarına göre, Almanya´da yaşayan Türkler’in televizyon karşısında harcadıkları günlük süre 3,58 saattir. 1000 kişiyle gerçekleştirilen ankete göre, Almanya´daki Türkler’in % 66,3´ü daha çok Türk televizyonlarını izlerken, % 17´si Alman televizyonlarını izlemektedir. Her iki ülke kanallarını da eşit ölçüde izlediğini beyan edenlerin oranı ise % 16,4’tür. Almanya´daki Türkler Türk televizyon yayınlarının özellikle “Türkiye´deki gelişmelerden haberdar olma” (% 44) konusunda yarar sağladığı görüşünü taşımaktadırlar. Türkçe´yi unutmama konusunda yarar sağladığını düşünenlerin oranı % 35 iken, kültürün korunmasında faydalı olduğunu düşnenlerin oranı ise % 32,5’tir. Türk kanallarının yarar sağlamadığını düşünenlerin oranı ise % 18,4´e ulaşmaktadır.

Batı Alman Radyo ve Televizyon Kurumu'nun (WDR) tarafından yapılan bir diğer araştırmaya [13]  göre, Almanya Türkleri’nin % 70'i çanak anten üzerinden Türk kanallarını izlemekte ve bunların % 67'si çanak antene sahip bulunmaktadır. Raporun hazırlandığı 2006 yılı Eylül ayı itibarıyla, Almanya'da çanak anten üzerinden izlenebilen Türk televizyon kanalı sayısı 45’tir. 2005 yılından itibaren pek çok yeni kanalın yayına başladığı göz önünde bulundurulursa, bu sayının çok daha fazla artış gösterdiği düşünülebilir.

WDR'in Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde, 14-49 yaşları arasında 500 Türkiye kökenli göçmenle yaptığı görüşmeler sonucunda, Türk televizyon kanallarında genellikle diziler, haberler ve filmlerin, Alman televizyonlarında ise bilgi, danışma, bilim, komedi ve filmlerin izlendiği tespit edilmiştir. Raporda, araştırmaya katılan 30-49 yaşları arasındaki Almanya Türkleri’nin, "vatan" ve "din" konuları ile daha ilgili oldukları, ancak kendilerinin Almanya'ya uyum sağladıkları belirtilmektedir.
Araştırma, Almanya Türkleri’nin % 60'ının Alman, % 70'inin Türk televizyonlarını izlediklerini, yaş gruplarına göre bakıldığında ise 14-29 yaşları arasındakilerin % 68'inin hem Türk hem de Alman televizyonlarını izlediklerini ortaya koymuştur. 30-49 yaşları arasındaki Türkiye kökenli kişilerin % 72'si önce Türk sonra Alman (% 55) televizyonlarını izlemektedir. Yine ankete katılanların % 72'si, Alman televizyonlarındaki Türkiye gösteriminin olumsuz olduğuna inanmaktadır.

WDR’in araştırmasına göre, Türkiye kökenlilerin % 16'sı "hiç" Alman televizyonlarını seyretmemektedir. Buna karşılık, "hiç" Türk televizyonlarını seyretmeyenlerin oranı sadece % 9’dur. Alman televizyonlarını izleme oranları yaşlara göre de önemli farklılıklar göstermektedir. Buna göre, 14-29 yaşları arasındaki kişilerin % 14'ü, 30-49 yaşları arasındaki kişilerin ise % 19'u Alman televizyonlarını izlememektedirler.

Araştırmaya göre, Almanya Türkleri’nin % 80'i Alman televizyonlarını, % 84'ü ise Türk televizyonlarını haberler için izlemektedirler. Sinema, belgesel, bilim, spor gibi konularda daha çok Alman televizyonları tercih edilirken, komedi, müzik, talkshow ve aile konulu programlarda Türk kanalları öne geçmektedir. Dizi izlenme oranlarında ise Türk kanalları (% 53) Alman kanallarına (% 22) açık bir fark atmaktadır.

 Neden Türk Kanalları İzleniyor?

Araştırmada Almanya Türkleri’nin % 60'ı, "Türk televizyonları benim için aynı zamanda memleketin, Türkiye'nin bir parçası" demiştir. Diğer önemli bir faktörün ise Alman televiz-yonlarına göre Türk televizyonlarında geleneksel aileye yönelik daha fazla programın yer al-masının olduğu anlaşılmaktadır. Araştırmaya katılanlara göre, Türk televizyonlarının (% 46) bütün aile bireyleri tarafından izlenebilirlik oranı, Alman televizyonlarına (% 26) göre çok daha fazladır. Örneğin, ankete katılanların % 35'i Alman dizilerini "duygusuz" olarak yorumlamaktadır. Ankete katılanların % 40'ı Almanya'daki, % 45'i Türkiye'deki gelişmelerin kendisi için çok önemli olduğunu söylemektedir.
Araştırma sonucu, "Elde edilen veriler toplumun demografik durumu açısından önemlidir. Almanya Türklerinin televizyonla ilişkilerinde, en önemli faktörlerin, sosyal sınıf, egitim seviyesi, yaş ve  hakim olunan dil olduğu anlaşılmaktadır. Anket sorularına hangi dilde yanıt verildiği de sonuçların belirlenmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Son olarak ağustos 2009’da açıklanan, Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) Vakfı tarafından Kuzey Ren Vestfalya (KRV) Eyaleti Uyum Bakanlığı için yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, Almanya'daki Türklerin yüzde 88'i hem Alman, hem de Türk televizyon kanallarını izlemektedir.
Almanya Türkleri’nin medya kullanımına ilişkin gerçekleştirilen bu araştırmalar, Alman ve Türk televizyonlarının birbirinden ayrı görülemeyeceğini ve bu medya organlarının birbirlerini bütünleyici rol oynadıklarını göstermektedir.

[13] WDR-Studie "Zwischen den Kulturen – Fernsehen, Einstellungen und Integration junger Erwachsener mit türkischer Herkunft in Nordrhein-Westfalen“ vom November 2006.

1.11 Türk Televizyonlarının Program Akışı

Türk televizyonlarının genel program akışı incelendiğinde, izleyici kitlesi olarak Almanya Türkleri’nin Türk televizyonları için büyük önem taşıdığı görülmektedir. Örnek olarak devlet televizyonu TRT TÜRK (TRT INT) ile özel televizyon kanalları Kanal D, ATV, TGRT EU ve Kanal Avrupa Almanya’da yaşayan Türkler’e yönelik programlar sunarak, bu kitleye ulaşmaya çalışmaktadırlar.

Bu televizyon kanallarının bir bölümü ilerleyen yıllarda, tıpkı gazetelerin Avrupa sayfalarında olduğu gibi, Avrupa'ya yönelik özel programlar hazırlamaya başlamışlardır. Örneğin, TRT TÜRK Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler için politik, kültürel programlar yapmaktadır. "Al-manya'dan" gibi programlarla, Avrupa ülkelerinde yaşayan göçmenlerin sorunları konu edilmektedir. TRT TÜRK'te yayınlanan tartışma programları ise genellikle Ankara'daki stüdyolarda çekilmekte ve konuklar Avrupa'dan davet edilmektedirler.

TRT TÜRK'ün Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkler’e yönelik yaptığı yayınlar, çeşitli        araştırmacılar tarafından yorumlanmıştır. Örneğin, araştırmacı yazar Andreas Goldberg TRT-INT'in yayın amaçları için şunları söylemektedir:

"TRT-INT ilk etapta yurt dışı Türkleri’ni Türkiye'ye daha sıkı bağlamanın aracıdır, onları Almanya'da veya kendi göç ettikleri ülkedeki sorunlardan, tartışma ve problem-lerden açıkça koparmaktadır. Nihayet unutulmaması gereken husus, TRT-INT'in, pro-gram içeriklerinin devlet politikaları tarafından belirlenen, resmi bir yayın organı olduğudur."

Türk medyası üzerine Dr. Dirk Halm ve Dr. Martina Sauer'in ortak açıklamalarında da TRT-INT’in amacı şu şekilde özetlenmektedir:

"Bu kanalın birincil amacı, Almanya Türkleri’nin Türkiye ile olan bağlarını güçlendirmek ve sürdürmektir."

Bugün gelinen nokta itibarıyla, pek çok televizyon kanalında Avrupa'ya yönelik özel programlar yer almaktadır. Bu programlar genellikle "tartışma programı" formatındadır. Ayrıca son zamanlarda spor programları da hazırlanmaya başlamıştır. Özel televizyon kanallarının çanak anten üzerinden Avrupa'ya yayın yapmasıyla birlikte, bu kanallarda Almanya Türkleri’ne yönelik programların da öne çıkmaya başladığı izlenmektedir. Dijital teknolojinin gelişmesi sonucunda, büyük televizyon kanallarının Türkiye ile Avrupa yayınları birbirinden farklılık göstermeye başlamış, belli saatlerde Avrupa'ya yönelik hazırlanan programların sadece Avrupa'da izlenme olanağı ortaya çıkmıştır.
Sunulan programların büyük çoğunluğu magazin-siyaset-danışma türündedir. Bu programlarda sıklıkla, Almanya Türkleri açısından önem taşıyan "anadil", "uyum", "emeklilik" gibi konular işlenmekte, güncel politik tartışmalara yer verilmektedir. Ayrıca TGRT EU gibi bazı televizyon kanalları, Almanca programlar da yayımlamakta ve filmlere Almanca altyazı eklemektedirler [14]. Bu durum, Avrupa baskısı yapan gazetelerde olduğu gibi, televizyonlarda da Almanca’nın artık bir zorunluluk haline geldiğini göstermektedir.

Programlar karşılaştırıldığında, Türkiye ve Almanya’daki stüdyolarda üretilen programlar arasında büyük bir kalite farkı olduğu gözlenmektedir [15]. Genel olarak değerlendirilecek olursa, Almanya’da bulunan televizyon kanal temsilcilikleri, bu ülkede yaşayan Türkler’in güncel yaşamlarındaki zorluklara karşı hassasiyet sergilemekte, haber ve programlarına bunları yansıtmaktadırlar. Almanya’da üretilen programlarda, kaynak yetersizliği dolayısıyla, ortalama yapım masraflarının düşük tutulmasının program kalitesine yansıdığı gözlenmektedir.

Bazı kesimler, Almanya’daki Türk medyasının paralel toplum oluşmasına yol açacağına dair eleştiriler yöneltmektedirler. Paralel toplum imasıyla, medya yoluyla homojen bir topluluğun etnik, kültürel, sosyal ve bölgesel açıdan içine kapanabileceği görüşü kastedilmektedir. Oysa bu düşünce yanlıştır. Bu konuda Almanya’da faaliyet gösteren Türk dernekleri örnek verilecek olursa, bu derneklerin, Alman derneklerinin tatmin edemedikleri kültürel bağlılık ihtiyacını karşıladıkları, böylece Türk derneklerinin Alman kurumlarına karşı aynı işlevi gören bir kurumun çoğaltılmasından ziyade, o kurumu tamamlama işlevini gördükleri anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle, örnek olarak Almanya’daki Türk Okul Aile Birlikleri göçmen kökenli in-sanların sorunlarına çözüm ararken, Alman veli derneklerinin bu alandaki boşluklarını doldurmakta ve onları tamamlamaktadırlar.

Aynı durum, paralel toplum yaratmaktan ziyade, toplumsal gereksinimleri karşılama işlevine sahip olan Türk medyası için de geçerlidir. Alman medyasında kültürel çeşitliliği benimseyen yaklaşımların yok denecek kadar az olması veya bu konunun daha önce belirtildiği gibi sorun olarak lanse edilmesi sonucu, göçmen kökenli insanlar bu konudaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere "kendi" medyalarına yönelmektedirler. Teknik imkanların Türkiye'deki programların eş zamanlı olarak Federal Almanya’da da izlenmesini mümkün kılması, Türk ailelerin düzenli bir biçimde bu programları takip etmesini sağlamıştır. Ayrıca, programların bir bölümü özellikle bu ailelere hitap etmektedir.

Daha önce değinilen WDR raporuna göre, Almanya'da yaşayan Türk gençleri aynı oranda hem Alman hem de Türk medyalarını izlemektedirler. Türk kanallarında genelde diziler, haberler ve filmler izlenirken, Alman kanallarında bilgilendirme, danışma, komedi ve sinema filmleri takip edilmektedir. Bu sonuçlar, 14 ila 49 yaş arasındaki Türk izleyicilerin medya kullanımı ve görüşleri  hakkındaki ilk önemli verilerdir.

Almanya Türkleri’nin gereksinim ve beklentileri hakkındaki araştımalarda, kuşaklar arasındaki farklılıklara dikkat edilmesi gerekmektedir. İlk kuşağın ana vatanlarına bağlılık ve hasret giderme ihtiyaçları Türk medyası yoluyla karşılanırken, ikinci kuşak kendilerinin Türk kökenli Alman olduğuna dair kanıyı ayakta tutan programları tercih etmektedir.

Bu sonuçlar, Türkler’in medya alanında bir gettolaşmaya giderek içe kapanmadıklarını, tam tersine Türk ve Alman medyalarını yan yana takip ettiklerini ve bu harmanlamanın da iki ülkenin ve kültürün yaşamlarına yansımasının göstergesi olduğunu göstermektedir.

Neticede, Türk medyasından etkili biçimde faydalanma, düşünüldüğü gibi çoğunlukla "medya gettolaşması"na yol açmamaktadır. Özellikle tamamlayıcı olarak Alman medyasını da izleyen Türklerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Öte yandan Alman medyasının daha fazla kullanılmasıyla ana dildeki medyadan kopma arasında bir bağlantı yoktur.

[14] Avrupa’da Türk Televizyonları, Yücel Özdemir, Nisan 2007, Evrensel
[15] Türk Televizyonları ve Avrupa’daki Türklere Yönelik Özel Programlar, Çiçek Bacık (Philipps Ü.), 2007

1.12 Almanya’daki Türk Gazeteleri

Avrupa'daki Türkçe yazılı basının iki tarihsel geleneğin üzerinde yükselmektedir [16]. Buna göre, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde Avrupa'ya giden aydınlar İngiltere'de ve Fransa'da Türkçe gazeteler çıkarmışlardır. Bu tarihsel bilgi, Avrupa’daki Türk medyasının sadece Türkiye’den Avrupa’ya göçün ürünü olmadığını, entelektüel temelinin çok daha önceki gazetecilik girişimleri ve deneyimlerine dayandığını göstermektedir.

İkinci gelenek de Avrupa'ya işçi göçüdür. Bilindiği gibi, göç 1960'lı yılların başında başlamıştır. Türk basını, bu gelişmeyi kısa bir gecikmeyle takip etmiş, Almanya'daki Türkler için ilk gazete olan Akşam, 1970 yılında Münih'te basılmıştır. Onu Tercüman, Hürriyet ve Milliyet gazeteleri izlemiştir. Bu arada işin yönü değişmiş, Avrupa'ya Türkçe gazeteler Türkiye'den gelmeye başlamıştır.
Günümüzde her iki geleneğin iç içe geçtiğini, Avrupa’da yetişen genç gazetecilerle duruma yeni bir boyut eklendiğini ve uzun bir geçmişe sahip olan Avrupa'daki Türk medyasının daha da güçlendiğini söylemek mümkündür.

Şüphesiz, zaman içinde Almanya’da kurulan yazı işleri merkezlerinin ve yaygın muhabir ağlarının katkısıyla, gazeteler büyük değişiklikler yaşamıştır. Gazeteler Almanya’da kurulan matbaalarda basılmaya başlamış, Avrupa’ya özel sayfaların, haberlerin sayısı artmış, gazetelerin hacmi genişlemiştir.

Bu gazeteleri hazırlayan gazeteciler kısa bir süre öncesine kadar Türkiye’den gelmekteyken, artık Avrupa’da yetişen genç Türkler de bu üretim sürecinin özneleri arasına girmeye başlamışlardır.
Günümüzde Türkiye’de yayımlanan günlük gazetelerin önemli bir bölümünü Avrupa’daki gazete bayilerinde bulmak mümkündür. Bu gazetelerin hemen hepsi, Almanya’da yeniden üretilerek, yani Türkiye’de hazırlanan sayfalara, Almanya merkezlerinde hazırlanan, ağırlıkla Avrupa’daki siyasal, sosyal, kültürel, sanatsal, sportif gelişmeleri ele alan, “Avrupa” haberleriyle dolu “Avrupa” sayfaları eklenmiş olarak piyasaya sunulmaktadır. Bu gazetelerin günlük tirajı bugün 100 bini aşmaktadır.
Sadece merkezi Türkiye’de olanlar değil, aynı zamanda son yıllarda Almanya’da kurulan basın ve yayın organı, Türkçe okuyan toplumu bilgilendirmeye çalışmaktadır. 2006 yılı itibarıyla, Almanya’daki Türk gazetelerinden altısı Almanya eki çıkartmaktadırlar. 2006 ilkbaharından itibaren Sabah gazetesi de Almanya piyasasına yeniden girmeyi başarmıştır.

Elbette Türk medyasının çeşitliliğinin artması ve giderek yaygınlaşması, içerik açısından da memnuniyet verici bir durumun yaşandığı anlamına gelmemektedir. Çünkü günümüzde araştırmacı gazetecilik ve ciddi haberciliğin, magazin gazeteciliği ile sansasyonel habercilik karşısında gerilediği bir süreç yaşanmaktadır.

Neticede Almanya’daki Türk medyası, bu ülkedeki medya dünyasının bir parçasıdır. Almanya’daki medya çesitliliği zenginlik olarak görülmeli ve sağladığı imkanlar en iyi şekilde kullanmaktadır.
[16] Avrupa’da Türkçe basın ve Türkçe’nin geleceği, Gürsel Köksal, Aralık 2004, Frankfurt, ATGB, www.atgb.info

1.13 Internet ve Yeni Medya

Son yıllarda kişisel bilgisayarların tüm dünyada hızla artması, internetin ticari amaçla kullanılmaya başlaması ve telekomünikasyon teknolojilerinde hızlı gelişmelerin yaşanması, ile-tişimi ve bilgiye ulaşmayı son derece kolaylaştırmıştır. Özellikle son yirmi yıldaki hızlı tekno-lojik gelişmeler, dünyamızı tarım ve sanayi çağlarından sonra bilgi çağıyla yüz yüze getirmiştir. Bu çağ, bireysel ve toplumsal  yaşamı kökünden değiştirmesi, çok ciddi ekonomik, sosyal, kültürel ve politik sonuçlar ortaya koyması bakımından da ayrı bir önem taşımaktadır.

Bilgi çağının en belirleyici unsuru olarak karşımıza çıkan internet, bilgiye en hızlı şekilde ulaşmak için olağanüstü kolaylıklar sunmaktadır. Günümüzde internet adeta zorunlu bir iletişim aracı haline gelmiş, bu gibi modern iletişim araçlarının kullanımı kaçınılmaz olmuştur.

Bu teknolojik gelişmelerden şüphesiz yazılı basın da etkilenmiştir. Bir yandan bilgi çağında haber alma olanakları olağanüstü bir şekilde gelişirken, diğer yandan insanlar yoğun ve denetlenmesi olanaksız bir enformasyon bombardımanı altında kalmışlardır. Bu durum politik alanın, iş çevrelerinin, basına hakim olan tekel gruplarının haber akışlarını diledikleri gibi yönlendirmelerine olanak sağlamakta, gerçekler yoğun ve yönlendirilmiş “enformasyon” akışı içinde kaybolabilmektedir.
Microsoft'un kurucusu Bill Gates, 2005 yılı Ekim ayında Fransız gazetesi "Le Figaro" ile yaptığı bir röportajda, özel konutlarda internet kullanımının çok hızlı bir biçimde yaygınlaşması sonucu, son beş yılda medyanın % 40 ila 50'sinin online olarak okunduğundan emin olduğunu ifade etmiştir. Gates, basın kuruluşlarına internet sunumlarını arttırmalarını tavsiye etmiş, aksi takdirde online medyaya yönelecek okuyucuların kaybedileceğini belirtmiştir.

Öte yandan, bir piyasa araştırma şirketi olan Prognos'un Ekim 2005 tarihli, "Medya Raporları" adlı son etüdüne göre, 2009 yılı sonu itibarıyla, özellikle gazeteler olmak üzere yazılı basın tehdit altındadır. Prognos, bu araştırmada yazılı basının en önemli rakibi olarak öne çıkan internetin parlak bir geleceği olduğu sonucuna varmakta ve bunu şu güncel verilere dayandırmaktadır: Dünya çapında yaklaşık 700 milyon kişi internette sörf yapmaktadır. ABD Piyasa Araştırma Enstitüsü comScore Networks’un aktardığına göre, 15 yaş üstü nüfusun %  14’ü online bağlantı halindedir. Almanya’da bu ağı kullanan 32 milyon kişi vardır ve bu sayı tüm diğer Avrupa ülkelerinden fazladır.

Prognos’un belirttiğine göre, hızla artan internet kullanımın nedeni şunlardır: Öncelikle internet güncel, renkli ve profesyonel olmasıyla, klasik medyanın elinden yenilik değerini almaktadır. Online-medya güncel enformasyon yoluyla ilgi ve talebi karşılamaktadır. Televizyonlardaki akşam haberleri ve yazılı basının daha da geciken haberleri, artık eski haber olarak kabul edilmektedir, çünkü bunlar çok daha önce internetten izlenebilmektedir. Özellikle gençlerin öncelikle online haber alma eğilimleri vardır. Prognos’a göre, bu gelişmelerden kazançlı çıkanlar, öncelikle Spiegel Online, Bild.de ve RTL.de gibi büyük genel haber portallarıdır.

İnternet tüketici alışkanlıklarını inceleyen comScore adlı şirketin, 2009 yılı, Mayıs ayında açıkladığı bir diğer araştırma, Avrupa ülkelerinde internet alışkanlıkları üzerine çarpıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Araştırmaya göre, Türkiye internette en fazla zaman geçiren Avrupa ülkesi olmuştur. Türkler, ayın 32 saatini internet başında geçirmekte ve kullanıcı başına 3 bin 44 sayfa tıklamaktadırlar. İnternet konusunda, Almanya 40 milyon kullanıcı ile Avrupa’da ilk sırada yer alırken, Türkiye 17 milyon 762 bin kişi ile Avrupa’nın en büyük yedinci internet kullanıcı kitlesine sahiptir. Araştırma sonuçlarına bakılırsa, internet tutkusu konusunda Türkiye tüm Avrupa ülkelerini geride bırakmaktadır.
Öte yandan Prof. Dr. Giso Deussen „Yazılı Basının Geleceği“ adlı bir tebliğinde, internetin sunduğu imkanların, yayınevlerinin yenilikleri yaşama geçirmelerinde önemli bir fırsat olduğunu belirtmektedir. Deussen’in deyişiyle;

„Gittikçe artan sayıda okuyucunun, gazete veya dergi okumak için daha az zaman ayırdığı gerçeğinden hareketle, günlük basın hızlı okumaya olanak sağlayacak, kısa ve özlü bilgi sunma konusunda uzmanlaşmalıdır. Buna karşılık magazinler ve dergiler, daha ayrıntılı ve derine inen röportajlar ve makaleler sunabilirler. Günlük basın okuyucuya, kısa yazılardan oluşan zengin bir sunumla, geniş bir bakış açısı sağlayabilmelidir.  İçerik, ilgili bölgeye göre uyarlanmalı, siyasi ve ekonomik gelişmeler yurttaşların kolayca anlayabilecekleri biçimde iletilmelidir. Belki de yazılı basını yeni bir döneme taşıyan, eski moda bir deyimle "basılı sözün gücü", bugün sadece yazılı basının eskiden sahip olduğu gücüdür“.

Bu konuda diğer bir araştırma, 2008 yılı Eylül ayında, D21 [17] girişimi  tarafından, göçmen kökenli kişilerin modern iletişim araçlarını kullanımı üzerine yapılmıştır. 52 bin kişinin katıldığı araştırmanın sonuçlarına göre, göçmen kökenli kişilerin % 66,8’i interneti kullanırken, bu oran göçmen kökenli olmayan kişilerde % 64,3 olarak belirlenmiştir. Ayrıca araştırmaya göre, göçmenlerin % 8,1’i önümüzdeki 12 ayda interneti kullanmayı hedeflerken, bu oran göçmen kökenli olmayan kişilerde % 4,5 olarak saptanmıştır. İnternet kullanımında yaş, eğitim seviyesi ve gelir düzeyinin belirleyici etken olduğunu ortaya koyan araştırmaya göre, göçmen kökenli olmak belirleyici bir etken değildir ve internet kullanımıyla paralel bir toplum da oluşmamaktadır.

Çalışmalarını üç başlık altında toplayan D21 girişimi, toplumda yeni iletişim teknolojilerinin kullanımını ‘dijital uyum’ programı, eğitim alanında kullanımını “dijital uzmanlık” programı, kamu alanında kullanımını ise ‘dijital ekselans’ programı ile arttırmayı amaçlamaktadır.

Yine Eylül 2008’de Münster Üniversitesi Siyasal Bilimler Enstitüsü tarafından yapılan, „İnternetin Politik Gücü“ başlıklı araştırma, Almanya Türkleri’nin toplumsal hayata katılabilmek için interneti her geçen gün daha fazla kullandıklarını ortaya koymuştur. Bu araştırmaya göre, özellikle Türk gençleri Alman gazetelerinin internet sitelerine ilgi göstermektedirler.

Bu veriler göz önüne alındığında, Türk medyasının Almanca'ya hakim olan ikinci ve üçüncü nesil Türkler'i de dikkate alarak, internet sitelerini iki dilde kullanıma sunmaları doğru olacaktır. Bu durumun Alman okuyucuları da bu sitelere çekebileceği düşünüldüğünde, bu okuyucu kitlesine de ulaşilabileceketir. RBB radiomultikulti, Deutsche Welle ve Funkhaus Europa'nın farklı dillerde hizmet veren internet sayfaları, bu konuya en iyi örnekler olarak gösterilebilirler. Diğer bir örnek olarak, Ernst Reuter Girişimi (ERG) projeleri kapsamında hazırlanan „Qantara.de“ isimli internet sitesi verilebilir; sitenin Türkçe versiyonu da yayına girmiştir ve düzenli olarak güncel hale getirilmektedir.

„Qantara.de“ siyasi, dini ve kültürel konularda Türkçe, Almanca, İngilizce ve Arapça olarak bilgilendirme yapmaktadır. Bu proje ile Federal Siyasal Eğitim Merkezi (bpb), Deutsche Welle (DW), Goethe Enstitüsü (Gİ) ve Dış İlişkiler Enstitüsü (ifa), İslam dünyasıyla bir diyalog oluşturulmasını amaçlamaktadırlar. Proje, Almanya Dışişleri Bakanlığı tarafından da desteklenmektedir.

Burada değinilen araştırmalarda, yaş durumuna göre önemli farklar ortaya çıkmaktadır. Araştırmalara katılanların yaşları küçüldükçe, bilgisayar ve internete erişim durumları artmaktadır. Mesleki konum da bilgisayar ve internet erişimini etkilemektedir. Kişinin mesleki konumu ne kadar yüksek ise, bilgisayar ve internete sahip olma payları da o derece artmaktadır.

Avrupa’daki Türk medyası da, son yıllarda kurulan Türkçe internet gazeteleri ve çeşitli web siteleriyle daha da zenginleşmiştir.

Metinlerin istenildiği kadar uzun tutulabilmesi, bol sayıda fotoğraf ile hareketli görüntü ve seslerin de kullanılabilmesi ile yeni medya kategorisine giren bilgisayar, internet ve mobil haberleşme araçları, klasik medya kategorisindeki basılı gazetelere göre okuyucuya çok daha fazla imkan sunmaktadırlar.
“Yazılı Basının Geleceği” başlıklı tebliğinde Emre Aköz, “Yeni medyanın en önemli özelliği 'interaktif' olmasıdır” demekte ve eklemektedir: ”Gazete gibi tek yönlü iletişim araçları genç kuşağa yeterli gelmemektedir.”  Bu süreçte bireysel gazetecilik artmakta, gazete okuyucuları da aktif hale gelerek gazete sütunlarına yorumlar yazmakta, blog okurlarına haberler göndermektedirler. Böylelikle dün sadece gazete okuyan kişiler, bugün online gazetelere e-posta göndererek fikirlerini, tepkilerini, taleplerini aktarmakta, bu mesajlar yer yer önemli haberlere de konu olabilmektedir.

Bu konuda bilgi çağının imkanlarından yeterince faydalanamayan insanlarımız göz önüne alındığında anlaşılmaktadır ki, onların da yeni şekillenmekte olan bilgi toplumuna adapte olabilmeleri ve gerektiğinde süreçleri yönlendirebilmeleri için bir “Yol Haritası” hazırlanmalı ve bu harita ciddi bir şekilde takip edilerek, uygulanması gerekmektedir. Ancak bunu başarabildiğimiz takdirde, Almanya Türkleri gelişmekte olan bilgi toplumunun bir parçası, hatta yönlendiricileri olabileceklerdir.

[17] TNS Infratest tarafından yapılan D21 araştırmasının detaylarına http://www.nonliner-atlas.de adresinden ulaşılabilmektedir.