Önsöz

Almanya’daki Kültürel Çeşitliliği Medyada Anaakımlaştırmak

Toplumların değer yargıları, davranış ve alışkanlıklarının oluşum ve değişim süreçleri üzerinde televizyon, gazete ve radyo gibi medya organlarının önemli bir etkisi vardır. Toplumun algılama biçimini büyük ölçüde belirleyen ve toplumsal görüş, değer yargıları ve tavırların oluşmasında etkin olan medya, Almanya’da çok kültürlü bir toplumun uyum içinde birlikte yaşamasına katkı sunabilecek en önemli araçlardan birisidir.

Federal Almanya İstatistik Dairesi’nin 2007 yılında yaptığı “Mikrozensus“ adlı araştırmaya göre, Almanya’da toplam 15,4 milyon göçmen kökenli insan yaşamaktadır. Bu sonuca göre, Almanya’nın toplam nüfusunun %18,7’si veya başka bir deyişle bu ülkede yaşayan yaklaşık her beş kişiden bir farklı etnik kökene sahiptir. İstatistiki araştırmalar göstermektedir ki, 2010 yılında Almanya'da yaşayan 40 yaşın altındaki insanların yarısı farklı etnik kökene sahip kişiler olacaktır. Bu insanlardan bazıları bizzat kendisi göç etmiş, bazılarının en azından anne ya da babası farklı bir ülkeden gelmiş, kimisi Alman vatandaşlığına geçmiş, kimisi ise bazı kesimlerin tanımlamalarına göre hala "yabancı" veya "misafir"olarak kalmıştır. Mikrozensus araştırması, bir yandan göçün sayısal boyutunu yansıtarak Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu ispat ederken, diğer yandan Alman ve göçmen kökenli toplumun bu ülkedeki yaşamı birlikte şekillendirmesinin önemini vurgulamaktadır.

Mikrozensus sonuçları, entegrasyon konusunu Federal Almanya Hükümeti’nin ağırlık verdiği, öncelikli konularından birisi olarak belirlemesinde etkili oldu. Entegrasyon konusuna özel bir önem veren Federal Hükümet, bu yöndeki politikaların belirlenmesi amacıyla, „Eğitim, Öğretim, İş Piyasası, Kültürel Çeşitlilik, Spor ve Bilim“ gibi on farklı alanda çalışma grupları kurdu. Gruplar ile Ekim 2006 tarihinden itibaren toplantılar düzenleyen Federal Hükümet, Mart 2007 tarihinde çalışmaların sonuçlarını rapor halinde sundu. Bütün çalışma gruplarının raporları derlendi ve Ulusal Entegrasyon Planı oluşturuldu. Bu gruplardan biri, entegrasyondan sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Maria Böhmer başkanlığında toplanan Medya ve Entegrasyon grubu oldu. Almanya Türk Toplumu (TGD) da bu çalışmalara katılarak konu ile ilgili önerilerini iletti. Eylül 2006’da hayata geçirilen Ernst-Reuter-Girişimi de ekonomi, eğitim, bilim ve medya alanında Türk-Alman işbirliğinin güçlendirilmesi ve iki toplum arasındaki kültürlerarası diyaloğun yoğunlaştırılmasını hedefledi. „Ernst Reuter Girişimi“, Almanya ve Türkiye halkları arasında karşılıklı saygı, anlayış ve empatiyi geliştirmek, diğer ülkenin kültürüne duyulan ilgiyi arttırmak amacını gütmektedir.

Ulusal Entegrasyon Planı ve Ernst Reuter Girişimi bünyesinde tanımlanan hedeflerin hayata geçirilmesi için gerekli önlemler alınmalı, ilgili projeler ivedilikle desteklenmeli, elde edilen sonuçlar belli aralıklarla değerlendirilmeli ve yeni hedefler belirlenmelidir. „Farklı etnik kökene sahip insanlarla diyalog kurmak“ demek, onlar hakkında tartışmak değil, onlarla karşılıklı konuşmaktır. Düzenli aralıklarla tekrarlanan ve iyi yapılandırılmış diyaloglar, Ulusal Entegrasyon Planı ile başlayan süreci daha da başarılı sonuçlara götürecektir. Bu noktada, Ulusal Entegrasyon Planı bünyesinde oluşturulan çalışma grupları kurumsallaştırılarak, ilgili alanlarda elde edilen sonuçları değerlendirme ve yeni hedefler belirleme sürecine katılmalıdırlar.

Etnik kökeni ne olursa olsun, toplumun her kesiminden insanlar Federal Almanya’da bu etnik çeşitlilik içerisinde birlikte yaşayabilmeli, bu ülkedeki yaşamı birlikte şekillendirebilmelidirler. Bu sürecin başarılı olabilmesi için bir yandan Alman Devleti ve Alman toplumunun, diğer yandan da farklı etnik kökene sahip olan kişilerin çaba sarf etmeleri gerekmektedir. Alman Devleti gerekli yasal düzenlemeler ile toplumun her kesiminin eşit haklara sahip olmasını sağlarken, farklı etnik kökene sahip insanlar da - her birey bu sürecin başarılı olmasına bizzat katkıda bulunabileceğinden - toplumsal hayata katılabilmeli ve aynı zamanda sorumluluk da üstlenmelidirler. Federal Almanya için bu ülkede yaşayan insanların kökeninden ziyade ülkenin çıkarları önemli olmalıdır. Bu süreçte başka kültürlerle köprüler kurmak, onların başarılarını olduğu kadar sorunlarını da kabullenmek Almanya’nın çokkültürlü geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Yapısında kültürel farklılıklar barındıran bir toplumda, medyanın toplumsal barışı sağlamada son derece önemli bir rolü vardır. Böylesine çok yönlü ve karşılıklı toplumsal etkileşime dayanan bir süreçte, kültürel çeşitliliğin getirdiği yeni fırsatları haber ve programlarına yansıtan, toplumun her kesimine aidiyet hissi veren, bütünsel bir medyaya gereksinim duyulmaktadır. Federal Almanya’da Alman ve Türk medyaları toplumun her kesimine „BİZ“ duygusunu verebilmeli, birbirini anlayan, kabul eden, birbirine saygı ve empati ile yaklaşan bir toplum oluşmasına katkı sağlayabilmelidirler.
Elinizdeki bu kitapçık, konuyla ilgili ortaya konan tespit ve öneriler yoluyla, medyanın toplumda farklı etnik kökenlere yönelik sorumlu, ilkeli, toplumun her kesimini kucaklayan bir anlayışı benimsemesi ve geliştirmesine yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Bu kitapçıkta, basın meslek ilkeleri arasında yer alan 'milliyet, ırk, etnisite, dil, din ve inanç ayrımcılığı yapılmaması’, 'insanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti ve düşmanlığı arttırıcı yayınlardan kaçınılması’ gibi maddeler korunmakta, ek olarak hem Türk hem de Alman medyasına yönelik yeni öneriler sunulmaktadır. Ayrıca, toplumsal hoşgörüsüzlükle mücadelede önemli bir misyon biçilen medyanın, ırkçılık, yabancı düşmanlığı içeren, kültürlerarası yanlış anlamalara yol açacak, ön yargıları güçlendirecek yayınlardan kaçınması, farklılıkları zenginlik olarak görerek toplumsal barışa katkıda bulunmasına yönelik öneriler de yer almaktadır. Çalışmada medya kurumları ve mensuplarının dikkat etmesi gereken hususların yanı sıra, kurum içi denetleme mekanizmaları ile eğitim programları geliştirme gibi öneriler de aktarılmaktadır.

Bu kitapçık, tüm ilgili Türk ve Alman medya kuruluşlarına bilgisine sunulacak, ayrıca http://erkayhan.blogspot.com sitesinden de erişime açık olacaktır. Kuşkusuz, öneriler sunulması ve bunların başta ilgili kurum ve kuruluşlar olmak üzere kamuoyuna duyurulması ile, medyada uzun süredir tartışılagelen sorunlar sona ermeyecektir. Bilinmektedir ki, önyargılara dayanan haber ve programlarının varlığı, medya endüstrisinin yapısal değişimi ile de ilgilidir; söz konusu programların üretimi kamu çıkarı yerine ticari çıkarın öne çıkması, çok satmanın, izlenme oranlarının, reklam almanın, genele seslenmenin öncelik kazanması, medya çalışanlarının hataları, gazeteci ve yapımcıların editörlük özerkliklerinin zayıflaması gibi pek çok faktöre bağlıdır.

Umuyoruz, bu çalışmada yer alan öneriler en azından ilgili kurumlar, medya kuruluşları ve sivil toplum örgütleri arasında bir tartışma başlatarak veya hızlandırarak duyarlılığı arttırabilir, bu tartışma başka yeni fikirlerin doğmasına önayak olabilir.

Dileğimiz, medya kurumlarının bir sorgulama ve dönüşüm sürecine girmesi ve çokkültürlü yaşamın dinamiklerine uyumlu olarak kamusal alana daha iyi hizmet sunabilmesidir.

Şeref Erkayhan, Karlsruhe, Eylül 2009

1 Almanya’daki Kültürel Çeşitliliği Medyada Anaakımlaştırmak

Özellikle medya organları (televizyon, radyo, gazete vs.), gelişmekte olan çokkültürlü toplumların uyum içinde bir arada yaşamasına en fazla katkı sunabilecek araçlardandır. Bir toplumdaki değer yargıları, davranış ve alışkanlıkların oluşum ve değişim süreci üzerinde medyanın gücü, başka hiçbir araçla kıyaslanamayacak ölçüde büyüktür. Ancak görülmektedir ki, Alman medyasında önemli bir yeri olan televizyon ve gazeteler, göçmen kökenlileri etnik ve dini farklılıklarıyla ve bu farklılıkları da birer tehlike olarak göstererek konu etmektedirler. Federal Almanya’da nüfusun yaklaşık olarak beşte biri gibi yüksek bir oranını oluşturan, farklı etnik kökene sahip bu insanları, genelde negatif, ön yargıya dayanan program ve haberlerle bağlantılı olarak gösteren medyanın, yayın politikalarını ivedilikle gözden geçirmesi gerekmektedir.

Örnek verilecek olursa, özellikle televizyonda Türk kökenli insanların konu edildiği haber ve programlarda şu klişeler hakimdir: Ana konuların paralel toplum ve erkeklerin yegane söz sahibi oldukları ataerkil aileler, "argo kelimeler"den başka kelime bilmeyen şiddet yanlısı erkekler, Pro7'deki dizi film "Çılgın Türk Düğünü"nde olduğu gibi Türk macerasına soyunan yardıma muhtaç olan Almanlar.
Alman medyasında İslamiyet söz konusu edildiğinde ise, Müslümanlar çoğu kez yasayı çiğneyen, terörist zanlısı, köktendinci ya da kadınlara baskı uygulayan bit topluluk olarak lanse edilmektedir. İslam konusu, "radikal islami terör", "zorunlu evlilik" veya "namus cinayeti" gibi olumsuz manşetler ile ekranlara, gazete ve radyolara taşınmakta ve bu da toplumdaki farklı dinlere mensup insanları birbirinden uzaklaştırmaktadır. Medya programlarında verdiği bu tür mesajlar ile, bütün Müslümanlar’ın terörist olduğunu ima etmese bile, neredeyse hemen her teröristin Müslüman olduğu izlenimini uyandırmaktadır.

Fransa'dan sonra Avrupa'da Müslümanlar’ın en yoğun nüfusa sahip oldukları ülke olan Almanya'da, Müslüman nüfusun yaklaşık % 80’ini Türkler oluşturmaktadır. Almanya'daki 3.4 milyon Müslüman, toplumun önemli ve ayrılmaz bir unsurunu teşkil etmektedir. Bu nüfusun 2,7 milyonunu Almanya Türkleri oluşturmaktadır. Bu sayı ile Türkler, Almanya’da Avrupa Birliği dışından gelen en büyük göçmen kökenli gruplardan birisidir. Bu sebeple Almanya'da İslamiyet konusunda yapılan tartışmalar Türkler’i de doğrudan ilgilendirmektedir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Müslümanlar hakkında yapılan negatif genellemeler ve İslam ile terörün artarak beraber anılır hale gelmesi, tarafların içine kapanmalarına neden olmuş, ‘biz’ ve ‘onlar’ tanımlamalarını ortaya çıkarmıştır.
Örneğin, 2007 yılında Federal Almanya İçişleri Bakanlığı’nın mali desteğiyle hazırlanan bir araştırmada, "Almanya'da Şiddet ve İslam" konusu irdelenmektedir. İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble araştırmanın önsözünde, dünya çapında işbaşında olan İslami terörün günümüzde "güvenliğimizi tehdit eden en büyük unsurlardan" biri olduğunu belirtirken, Almanya'da özel uyum programları uygulamayı gerekli gördüğünü eklemektedir. Anlaşılmaktadır ki, bu araştırmanın yapılma nedenini dinsel motivasyonlu olduğu varsayılan bir şiddet potansiyeline karşı güvenlik endişeleri oluşturmaktadır. Müslümanlar’ın 2007 yılı Kurban Bayramı'nın ilk gününde, Federal Hükümet’ten kutlama mesajı bekledikleri bir zamanda, ekranlarda İslam ve Müslüman (İslamofobi) korkusunu körükleyen, üstelik bilimsel yöntem ve sonuçlarının oldukça tartışmalı olduğu bir araştırma ile karşılaşmaları büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır.

Şüphesiz, demokratik bir toplumda basın özgürlüğü son derece önemlidir. Hükümetler, her tür medyanın çeşitliliğini, siyasi, sosyal ve kültürel faaliyetlerini desteklemeli, korumalı ve bunlara saygı göstermelidirler. Medya organları da bu konuda sorumluluğunun bilincinde hareket ederek, farklı etnik ve dinsel kökene sahip insanları, haber ve programlarda ‘öteki’ olarak göstermemelidir.
Alman medyası şu ana kadar ülkede yaşayan farklı etnik kökene sahip insanların yaşam gerçeklerini, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki katkı ve önemlerini gerektiği gibi yansıtabilmiş değildir. Gündelik hayatta yaşananlara medyada neredeyse hiç yer ayrılmamakta, çeşitli alanlarda başarı sahibi göçmen kökenli insanlar medyada görülmemektedirler. Farklı etnik kökenden gelen sanatçı, doktor, avukat, bilim insanı ve milletvekillerinin televizyonlarda neden yer bulamadıkları sık sorulan sorular arasında yer almakta, Alman medyasının bu insanların yaşamlarından kesitleri yansıtmadığı gözlemlenmektedir.

İstatistiklere göre, Federal Almanya’da yaşayan göçmen kökenli insanların oranı sürekli artmakta, 2010 yılında Almanya'da yaşayan 40 yaşın altındaki insanların yarısının göçmen kökenli olması beklenmektedir. Bu demografik değişim göstermektedir ki, Almanya’da her geçen gün artan kültürel çeşitlilik, ülke geleceğini önemli ölçüde belirleyecektir. Bu demografik ğelişmelere rağmen, günümüzde Almanya’daki medya kurumları, adeta toplumun yapısındaki bu değişimin farkında olmayan yayın politikaları izlemektedirler. Medyada göçmen kökenli çalışanların sayısının azlığı, bu konuda verilebilecek çarpıcı örneklerden biridir.

Bu noktada, medya organlarında kültürel çeşitliliğin temsili, farklı kökenden insanların kabul gördüğünün ifadesi toplumsal uyum açısından çok önemlidir. Almanya’daki demografik gelişmelere dayanarak, medya kurumları kendi paylarına düşenleri uygulamalı, toplumun değişen yapısına uygun olarak farklı etnik kökene sahip insanlara, onların beklentilerine ve yaklaşımlarına yer vermeli, onlara iş imkânları tanımalı, program anlayışını yeniden şekillendirmelidirler.

Federal Almanya’da etnik kökeni ne olursa olsun herkesin uyum içinde birlikte yaşayabilmesi, ortaklaşa bir gelecek kurabilmeleri için, toplumsal katılım odaklı, içinde çokkültürlülüğü barındıran ve destekleyen medya politikaları belirlenmelidir. Alman medyası programlarında içeriğe yönelik değişiklikler yapmalı, televizyon, radyo ve gazetelerde farklı etnik köken ve kültürden insanları kucaklayan program ve haberlere yer vermelidir. Aynı şekilde Alman medyası, misafir işçilik döneminin kapandığını algılayarak, bugün artık içsel bir olgu haline gelen göç gerçeğine uygun, kültürel zenginlikleri içinde barındıran yayın politikalarını üretmelidir. Farklı etnik kökene sahip insaların konu edildiği film, haber ve programlar yoluyla topluma ‘yabancı veya öteki’ imajı gönderilmemeli, ayırıcılıktan ziyade birleştirici mesajlar aktarılmalıdır. Bu süreçte elbette göçmenlerle ilgili sorunlu konular arka plana atılmamalıdır. Fakat var olan sorunların göçmenlerin kimliğinden ziyade, sosyal konumlarıyla bağlantılı olduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır.

Neticede ön yargılar ve karşılıklı suçlamalar sorunların çözümüne yardımcı olmamaktadır. Federal Almanya’da farklı kültürlerden insanların 50 yıldan fazla ortak yaşamı, bu ülkeye büyük katkılar sağlamıştır. Federal Almanya her açıdan daha renkli, daha zengin bir ülke olmuştur. Alman medyasında çok kültürlü yaşamın avantajları, çözülebilecek sorunlardan daha fazla ön planda yer almalıdır.

1.1 Sayılarla Almanya Türkleri

Federal Almanya 60’lı yıllarda ülkedeki var olan iş gücü açığını kısa sürede kapatmak amacıyla, 30 Ekim 1961'de Türkiye ile iş gücü alımı anlaşmasını imzalandı. Bu anlaşmada, alınacak işçilerin Almanya’daki ikamet süreleri sınırlı tutuldu. Çalışıp para biriktirmek ve birkaç yıl sonra tekrar Türkiye’ye geri dönmek isteyen insanlar Almanya'ya geldiler.

Almanya’da Toplam Türk Kökenli Nüfus
2.690.000
T.C. Vatandaşlarının Toplam Sayısı
1.760.000
Alman Vatandaşlığını Kazanmış Türkler
   930.000
Oy Kullanabilen Türkler 
   700.000
Toplam Yabancı Nüfus 
8.800.000
Türkler’in Toplam Yabancı Nüfus İçindeki Oranı
  (%) 31,0
Türkler’in Toplam Nüfus İçindeki Oranı
    (%) 3,0
Toplam Türk Kökenli Hane
   690.000
Ortalama Hane Büyüklüğü
           3,9
Türk Kökenli Girişimciler
     64.600
Konut Sahibi Türk Kökenli Haneler
   203.000

Tablo 1: Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nın 2008 yılı verilerine göre Almanya Türkleri

Fakat gelenlerin çoğu geri dönmeyerek, yaşamlarını Almanya'da devam ettirirler ve günümüzde artık dördüncü kuşak hayata atıldı. Bugün 2.7 milyonu varan nüfusuyla Türkler, Almanya'daki en büyük farklı etnik kökene sahip kitleyi oluşturmaktadırlar. Tablo 1’de Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı’nın 2008 yılı verilerine göre Almanya Türkleri’nin sayısal boyutunu gösterilmektedir.

Öte yandan Sinus Sociovision Enstitüsü’nün [1] 2007 yılı verilerine göre, 82 milyon nüfuslu Almanya’da 15.3 milyon göçmen kökenli insan yaşamaktadır. Kendisi, ailesi ya da önceki nesilleri göç yoluyla Almanya’ya gelen kişiler dikkate alındığında oluşan “göçmen kökenliler” grubu, şu anda Almanya’daki toplam nüfus içinde % 18.6’lık bir bölümü oluşturmaktadır. Bu oran gençler arasında ise çok daha yüksektir. Sinus Sociovision Enstitüsü’nün verilerine göre, Almanya’da 5 yaşına kadar olan her üç çocuktan birisi göçmen kökenlidir. Yine toplam nüfus içinde 20-29 yaşları arasında olanların oranı % 13 iken, bu göçmen kökenli nüfus arasında % 23’tür. Ülke nüfusunun % 15’i 70 yaşın üzerinde iken, bu oran göçmen kökenliler arasında sadece % 3’tür.

Sinus Sociovision Enstitüsü, göçmen kökenlilerin ağırlıkla kentlerde yaşadıklarını, büyük çoğunluğu % 21 ile Rusya’dan gelen kişilerin oluşturdukları, bunu % 19 ile Türkler’in izlediklerini belirlemiştir. Polonyalı göçmenlerin oranı % 11, Güney Avrupa ülkelerinden gelenlerin oranı % 12 çıkmıştır.
Sinus Sociovision Enstitüsü’nün verilerinden ortaya çıkan diğer bir sonuç, göçmen kökenli kişilerin çoğunluğunun Müslüman olmadığıdır. Göçmen kesimin üçte birini Katolikler oluştururken, Müslümanlar’ın oranı beşte bir düzeyinde kalmıştır.

[1] http://www.sociovision.de

1.2 Almanya’da Kültürel Çeşitlilik İçinde Birlikte Yaşamak

Federal Almanya şimdiye kadar kendini bir göç ülkesi olarak tanımlamamakta ısrar etse de, göç hareketlerinin doğal bir sonucu olarak çokkültürlü bir toplum yapısına sahip bir ülkedir. Avrupa'nın geneline bakıldığında da durum farklı değildir. Avrupa Birliği’nin 2008 yılını „Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı“ ilan etmesi, var olan kültürel çeşitliliğin Avrupa'nın bir sorunu değil, zenginliği ve avantajı anlamına geldiğini göstermektedir. Bu yöntemle, kültürlerin, halkların ve dinlerin birbirlerini daha iyi anlamaları ve toplumda, ortak yaşama vurgu yapan 'biz duygusu'nun gelişmesi amaçlanmıştır.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 7 Aralık 2000 tarihli toplantısında kabul edilen Avrupa Antlaşmaları Kültürel Çeşitlilik Deklarasyonu da, kültürel çeşitliliğin önemine değinerek, kültür farklılıklarını korumada, kamu hizmeti yayıncılığının önemli bir rol oynadığının altını çizmiştir.
Almanya’nın bir göç ülkesi olması, Avrupa genelinde yapılan kültürel çeşitlilik konulu tartışmaları burada da kamuoyunun gündemine taşımıştır. Yaygın olan kanı, Almanya’daki birçok kurum ve kuruluşun toplumun yapısının değiştiğinin pek farkında olmadığıdır. Örneğin, Almanya’nın en kalabalık eyaleti olan Kuzey Ren Vestfalya eyaletindeki okullarda öğrencilerin % 30’u göçmen kökenlidir ve bu oran sürekli artmaktadır. Kültürel çeşitlilik Federal Almanya’nın geleceğini önemli ölçüde belirleyecek olan bir olgu haline gelmiştir. Bu anlamda, kültürel çeşitlilik, farklı kökenlerin kabul edildiğinin ifadesi ve ülkenin kültürel gelişimi için birer referans noktası olmalıdır. Ancak bunun için çoğulcu toplumun da kültürel çeşitliliğe açık olması gereklidir.

Farklı olana karşı geliştirilecek toplumsal refleksler önceden varolan ve hep aynı kalan unsurlar değildir. Farklıllıkları kabullenen ve zenginlik olarak gören bir toplumsal davranış biçimi oluşturulabilir, inşa edilebilir. Siyasetçiler, entelektüeller ve medya gibi kurum ve kuruluşlar bu anlamda belirleyici unsurlardır. Farklı olana ilişkin geliştirilecek toplumsal refleksi olumluya veya olumsuza çevirmek büyük ölçüde bu kişi, kurum ve kuruluşların elindedir. Medyanın da desteği ile, „çeşitlilik içinde birlik“ anlayışından yola çıkarak, Almanya’da diğer kültürel, dinsel ve etnik farklılıklara yer olduğu olgusu etkin bir şekilde inşa edilebilir.

Bu süreçte özellikle kurumlara önemli görevler düşmektedir. Kurumlar kültürel çeşitliliği anaakımlaştırmak için kendi paylarına düşenleri yapıp yapmadıklarını irdelemeli, toplumun değişen yapısı içinde, farklı etnik kökenlerden gelenlere, onların beklentilerine ve yaklaşımlarına kendi kurumlarında ne oranda yer verdiklerini gözden geçirmeli, farklı etnik kökenden gelenlere eşit imkanlar tanıyıp tanımadıklarını tartışmalıdırlar.

Medya  kuruluşları,  toplumda  ırk,  etnik  köken  ve  dini inanç  temelinde  tanımlanan  kültürel  çeşitliliğe  sahip grupların,  ulusal  ve  uluslararası  düzenlemelerde  yer verilmiş  ve  koruma  altına  alınmış,  var  olma  ve  kendini ifade  etme  hakkını  gözetmelidirler. Bu  grupların ayrımcılığa uğramaksızın, toplumsal barışı güçlendirme yönünde  desteklenmelerinde medyanın rolü son derece önemlidir. Bu  bağlamda,  medya  kuruluşlarında kültürel çeşitliliğin temsilinde karşılıklı anlayışı güçlendirecek bir  yaklaşım  benimsemek  öncelikli  hedef  olmalıdır.

Federal Almanya’da hükümetler kültürel farklılıkları zenginlik olarak görerek, toplumun önemli bir olgusu olan kültürel çeşitlilik konusunu dikkate almalı ve toplumda birlikte yaşamayı destekleyen devlet politikaları geliştirmelidirler. Bu alanda özellikle kültürel faaliyetlere teşvikler sağlanmalı ve bu teşviklerden faydalanmak kolaylaştırılmalıdır. Kültürel çeşitliliğin toplumsal zenginlik olarak değerlendirilerek, tanıtılmasına dönük  yayınlar da bu konuda önemli katkılar sağlayabilir.

1.3 Kültürel Çeşitliliğin Anayasal Güvence Altına Alınması

Bu süreçte toplumdaki farklı etnik ve dinsel kökene sahip insanların tanınması ve onların kendilerini geliştirme hakları da anayasal güvence altına alınmalıdır. Bu noktada Anayasal vatandaşlık konusu gündeme gelmektedir.

Anayasal vatandaşlığın esas itibarıyla iki özelliğinden söz edilebilir: İlki, yurttaşlık tanımının her türlü etnik, dinsel ve kültürel imalardan masun kılınmasıdır. Anayasal vatandaşlıkta, vatandaşlık herhangi bir etnik, dini veya kültürel kimliğe atıfla tanımlanmaz ve bunun doğal sonucu olarak da toplumun çoğulcu yapısında bulunan farklılıklar arasında birini/birilerini diğerine/diğerlerine karşı ayrıcalıklı kılan bir tercihte bulunulmaz. Bu yaklaşımda anayasa çoğulcu değerleri ihtiva eder ve toplumu oluşturan gruplara eşit mesafede durur. Böylelikle her türlü farklılık anayasanın koruması altına alınır ve bunların kendi varlıklarını devam ettirip geliştirebilmelerinin önü açılmış olur.

Anayasal vatandaşlığın ikinci özelliği, kamu makamlarını farklılıkları törpülemeye ve onları asimile etmeye dönük -gizli ya da açık- politikaları izlemekten men etmesidir. Bu yaklaşımda vatandaşlığa toplumu homojenleştiren bir enstrüman nazarıyla bakılmaz, aksine vatandaşlık farklılıklara hukuki güvence sağlayan bir koruma kalkanı niteliğine bürünür. Bu niteliğiyle de demokratik siyasete de zemin hazırlar.

Aslı "anayasal vatanseverlik (verfassung patriotismus)" olan anayasal vatandaşlık kavramı, ilk kez Alman siyaset bilimci Dolf Sternberger tarafından, 1970'li yılların ilk yarısında, Almanya bağlamında kullanıldı. Sternberger'e göre, "millet" kavramının, Almanya'da ulusal bütünlüğü ve bağlılığı sağlama imkanı yoktu. Çünkü bu kavram hem Nazi geçmişine dair çağrışımlar yaratıyordu hem de etnik bir içeriğe sahipti. Yurttaşların devlete sadakatini ve böylelikle Almanya'nın birliğinin idamesini, ancak ve ancak anayasada belirlenecek olan temel değerlerin halk tarafından benimsenmesi ve bu değerlere itaat edilmesi temin edebilirdi .[2]

Sternberger'den sonra -yine bir Alman filozof- Jürgen Habermas, anayasal yurttaşlığı geniş kesimlerin nezdinde tanınır kılan isim oldu. Habermas bu kavrama, AB çatısı altında bütünleşmeye doğru mühim adımların atıldığı bir zamanda -yani 1990'ların başlarında- yeni bir Avrupa vatandaşlığının ölçütlerini belirlemek için başvurdu. Habermas düşüncesinde siyasal değerlerin, kültürel değerlere nazaran daha makbul addedilmesinin ve öncelenmesinin altında yatan varsayım ise şuydu: "Farklı geleneklerden, dinlerden, kültürlerden ve ulus-devletlerden gelen insanlar ve halklar -AB bünyesinde- ortak çıkarlar için geleneksel kimliklerini gözardı ederek siyasal ve rasyonel ittifaklar kurabilirler". Hatta Fransız filozofu Derrida ile birlikte kaleme aldıkları metinde Habermas bu düşüncesini bir adım daha ileriye taşıdı ve AB ortak kimliğinin en temel öğesi olarak, aynılık ve benzerlik üzerine kurulu ulusal kimlikler yerine, "öteki"nin "ötekiliği"ni kabul eden etik anlayışın kurumsallaşmasının mümkün olduğunu dile getirdi.

Kültürel çeşitliliğe sahip olan diğer ülkelerde olduğu gibi [3], Federal Almanya'da da göç gerçeğine bağlı olarak, farklı etnik kökenlere sahip insanların bireysel hak ve özgürlükleri, tanınma ve siyasi katılım talepleri, aynı zamanda "vatandaşlık hakları”dır ve bu haklar anayasal güvence altına alınmalıdır.

[2] Anayasal Vatandaşlık, Vahap Coşkun, Radikal Gazetesi, 02/09/2007
[3] Çokkültürlü Anayasal Vatandaşlık, E. Fuat Keyman, Koç Üniversitesi, Radikal Gazetesi, 21/11/2004

1.4 Çok Yönlü Bir Süreç Olarak Entegrasyon

Almanya’da bazı partiler tarafından „öncü kültür“ sloganlarıyla yapılan entegrasyon politikaları, sadece bu sürece zarar vermekle kalmamış, „entegrasyon“ kavramının kendisini dahi yıpratmıştır. Bugüne kadar göçmenlerin Alman toplumuna uyumu şeklinde, tek taraflı anlamda kullanılan „entegrasyon“ kelimesi, göçmen kökenli insanlar tarafından neredeyse asimilasyon olarak anlaşılır hale gelmiştir.

Bu süreç içinde, farklı dil, kültür ve dine sahip olan göçmen kökenli insanlara, Alman toplumunun açılımı ve yaklaşımı konusu ise yeterince sorgulanmamıştır. Oysa entegrasyon sürecinde göçmen kökenli insanların olduğu kadar, Alman toplumunun da görev ve sorumlulukları vardır. Ancak maalesef bu konuda Alman toplumunda yeterince duyarlı ve bilinçli davranılmadığı görülmektedir. Çoğunluk toplumu tarafından göçmen kökenlilere empati ile yaklaşılması, azınlık toplumuna aidiyet ve birliktelik hissi verilmesi, bu görev ve sorumlulukların başında gelmektedir. Çünkü entegrasyon sürecinde belirleyici olan ve yön veren, bir ülkenin öncü kültürü değil, o ülkede oluşan ortak kültürdür.

Entegrasyon sadece toplumun bir kesimini ilgilendiren tek yönlü bir süreç değildir. Enteg-rasyon cezalandırmalarla, yaptırımlarla ve göçmen kökenlilere kısıtlamalarla da sağlanamaz. Entegrasyon ne çoğunluk kültürü uğruna kendi kültürel kökenlerinden feragat etme, ne de göçmen kökenlilerin tek taraflı gösterecekleri bir uyum çabasıdır. Entegrasyon, göçmen kökenli insanların sosyal, kültürel, ekonomik hayattan eşit oranda pay alması ve birlikte uyum içinde yaşayabilmesi için, azınlık ve çoğunluk toplumunun karşılıklı olarak birbirlerine yaklaşması ile mümkün olacaktır.
Bu konu kamuoyu önünde her yönüyle tartışılmalı, Almanya’da göçmenlerin topluma her alanda eşit katılımını ve toplumun her kesiminin birbirine yaklaşmasını sağlayacak politikalar geliştirilmeli ve hayata geçirilmelidir. Açıktır ki, entegrasyon her alanda toplumsal katılımı gerektirir. Başarılı bir entegrasyon politikasının temeli, toplumun her kademesini kapsayan sosyo&kültürel, ekonomik, vs. katılım politikaları ve bu politikaların hayata geçirilmesine dayanır.

Almanya'da, genel nüfus içinde, 2,7 milyon insan ile büyük bir halk kitlesini oluşturan Almanya Türkleri, bu ülkenin ayrılmaz bir parçasıdırlar. Almanya’daki yaşamın ortak şekilendirilmesinde en önemli faktör, bu kitleye hukuki ve anayasal düzlemde eşit haklar ve fırsaların tanınmasıdır. Federal Hükümet bu yöndeki politikalarını belirlerken Almanya Türkleri’ni sorunlu bir kitle olarak görmek yerine, onların potansiyel katkılarına odaklanmalı ve bu potansiyel katkıyı harekete geçirmeye yönelik politikalar belirlemelidir. Bu sürece toplumun her kesiminden temsilciler dahil edilmelidir. Bu tür bir yaklaşım, Almanya Türkleri’ni aktif olmaya da zorlayacaktır. Almanya Türkleri’nin de öncelikle kendi potansiyellerinin farkına varmaları, kendilerine ait meselelerde aktör olarak ön plana çıkmaları, sorumluluk almaları gerekmektedir.

1.5 Medyada Toplumsal Konuların Etnik- ve Dinselleştirilmesi

Federal Almanya’da yaşayan Türkler, yetmişli ve seksenli yıllarda ulusal ve etnik kriterlere göre tanımlanırken, günümüzde yeni bir Türk imgesi yaratılmış durumdadır. Son yıllarda görülmektedir ki, Türk toplumu içindeki sosyal tabaka çeşitliliği, dini mezhep farklılıkları ve farklı bölgelerin farklı geleneklere sahip olduğu gerçeği göz ardı edilerek, Türkler homojen bir dini grup olarak tarif edilmektedirler. Bu tarife göre tüm Türkler’in ortak paydası İslam dinidir. Medyanın haber ve programlarında versdiği mesaja göre ise İslamiyet, adeta şiddeti destekleyen bir din, kutsal kitap Kuran ise anayasa ile bağdaşmayan bir metindir. Medya tarafından topluma verilen mesaj, şiddetin kaynağının kökten dinci terör değil, adeta İslam dininin ta kendisi olduğudur. Batı medyası adeta söz birliği etmişcesine, tek tip, homojen, tüm dünyaya yayılmış ve şiddet eğilimli bir İslam tablosu çizmektedir. Bu tabloda, Türkler’in temel toplumsal özellikleri sadece dine indirgenerek, Almanya’da yıllardır süregelen entegrasyon ve Türkler tartışması din üzerine odaklandırılmaktadır [4].

Toplumun sınıfsal yapısı üzerine araştırmalarıyla ünlü, Köln Üniversitesi Politik Bilimler öğretim üyesi Prof. Christoph Butterwegge [5], Almanya'da gerçek sorunların gizlenebilmesi için günah keçileri yaratılması ve medyanın bu konuda oynadığı rol üzerine çok sayıda araştırma yapmış ve kitaplar yazmıştır. Son kitaplarından birisi, "Medya Göçmenler ve Uyum" adını taşımaktadır. Butterwegge kitabında, medyada şiddet olaylarının etnik yapıyla bir arada tartışılmasının, şiddet ve göçmenlik olgularının iç içe geçirilmesinin ortaya çıkardığı göçmen tablosunu ve bu durumun ortak yaşamı nasıl dinamitlediğini anlatmaktadır. Butterwegge’ye göre;

„Almanya'nın bütün okullarında olan şiddet, sanki yalnızca göçmenlerin çoğunlukta olduğu okullarda ve göçmenlerin kültür veya dinlerinden kaynaklanıyormuş gibi tartışılıyor. Şiddet aslında hep vardı, toplumun dışına itilen grupların -bazılarının deyimiyle asosyallerin- başvurduğu bir yöntem olarak görülüyordu. Şimdi de göçmenler, göçmen gençler öne çıkarılarak öyle olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor“.

Butterwegge yine bir röportajında, „Medyada göçmenler ne şekilde yer alıyor?“ sorusuna şöyle yanıt vermektedir:

„İngilizler’in 'Kötü haber en iyi haberdir' sözünü göçmenlerle ilgili haberlere uyarlayabiliriz. Alman medyasında 'en kötü yabancı en iyi yabancıdır' düşüncesi egemen. Örneğin, göçmenler hep polisiye olaylarla birlikte ele alınıyor. Hatta buna “Ausländerkriminalität” denerek, göçmen olmanın potansiyel suçlu olmak şeklinde algılanması ve göçmenlerin göçmen olmalarından kaynaklanan değişik bir suç tarzı varmış, Almanla’rın işlediği suçlarla göçmenlerin işlediği suçlar farklıymış gibi bir hava yaratılıyor. Örneğin, Türk gençleri benzin istasyonunu soydu diye başlık atılınca, sanki soygunun nedeni yalnızca Türk olmakmış, Almanlar böyle bir şey yapmazlarmış veya soygunun etnik yapıdan başka bir nedeni olamazmış gibi bir hava egemen kılınıyor. Göçmenlerin medyada negatif gösterilmesinin başka bir dönemi de 1990'lı yıllarda oldu. Mültecilerle ilgili olarak ‘asalaklar, sosyal sistemimize sinsice sokulan ve bizim sırtımızdan yaşayan parazitler' tanımlamaları, hem politikacılar hem de medya tarafından kullanıldı. Üçüncü alan 11 Eylül'den itibaren başlatılan 'Terör ve İslam' bağlantısı oldu. Burada İslam ve Müslümanlar genel olarak hedef alındı, radikal İslam değil, genel olarak İslam söz konusu oldu. 11 Eylül sonrası Müslümanlar ile ilgili öylesine kötü bir imaj yayıldı ki, her Müslüman'ın potansiyel terörist olabileceği korkusu yayıldı. Dördüncü alan ise, değişik kültür ve dinlerden insanların bir arada barış içinde yaşamasının mümkün olmadığı, çok kültürlü toplumun iflas ettiği haberleri. Televizyon ve gazeteler ortak yaşamın olanaksız olduğunu empoze ediyor. Ortak yaşamın yerine kültürler, dinler çatışması ekranlara getiriliyor. Tüm bunlar, göçmenlerle ilgili ön yargıları güçlendiriyor. Zaten çok zor koşullarda yaşayan göçmenlerin yaşamını daha da zorlaştırıyor.“

Prof. Chiristoph Butterwegge şöyle devam etmektedir:

“Gerçek problemler sosyal problemlerdir. Bu problemler etnik veya dini gruplar arasında ya da dinlerle kültürler arasındaki farklardan değil, Almanya'daki toplumsal yapıdan kaynaklanan sorunlardır. Örneğin, yoksulla zengin arasındaki uçurumun derinleşmesi gerçek sorundur. Bu sorun doğal olarak göçmenler arasında daha da yoğun olarak hissedilmektedir. Çünkü göç kökenli olanlar toplumsal açıdan en dezavantajlı olan kesimi oluşturmaktadır. Toplum aslında yoksullar ve zenginler diye bölünmüşken, göçmenlerle Almanlar gibi suni farklılıklar öne çıkarılmaktadır. Böyle olunca da toplumun sosyal adalet temelinde yeniden biçimlendirilmesi, yeni bir politikanın uygulamaya sokulması, gerçek sorumlulardan hesap sorulması gündeme gelmemektedir. Sosyal sorunların etnikleştirilmesi, din ve kültürlere bağlanması şeklinde medyaya da yansımakta ve medyanın da yardımıyla bilinç çarpıtması yapılmaktadır. Böylelikle gerçek sorunlar göz ardı edilerek, göçmen kökenliler günah keçisi olarak medyada da kullanılmaktadır”.

Kasım 2006’da Alman WDR, ZDF ve France Televisions tarafından Essen Zeche Zollverein’da düzenlenen “Medya ve göçmenler” konferansında, medyanın entegrasyondaki rolü adlı panelde, 11 Eylül'den sonra medyada göçmenler, özellikle İslam ülkelerinden gelen göçmenlerle ilgili tek taraflı, ön yargılı ve terör çerçevesinde haberler yapılması eleştirilirken, kültürler arası çatışmanın olmadığı, çatışmanın zenginlerin daha zengin, yoksulların daha yoksul olmasından kaynaklandığı, ama halkın medya aracılığıyla etki altında bırakıldığı, İslam’ın ve Müslümanlar’ın düşman olarak gösterildiği eleştirisi dile getirilmiştir. Panele Fransa'dan katılan filozof Tarık Ramadan şöyle demiştir:

„Fransa'daki olaylar İslam ve göçmen gençlerin entegre olamamalarından değil, sosyal eşitlik isteğinden kaynaklanıyor. Yaptıklarının yanlış olduğunu kabul etmekle birlikte bu çocuklar kendilerini Fransız vatandaşı olarak görüyorlar ve sosyal adaletsizliğe karşı çıkıyorlar. Bunu etnik ve dini bir olay olarak göstermek yanlıştır".

[4] Almanya'daki Türk imajının geldiği nokta, Sanem Kleff ve Eberhard Seidel, 31.08.2007, http://tr.qantara.de
[5] Christoph Butterwegge/Gudrun Hentges (Hg.), Massenmedien, Migration und Integration, Wiesbaden 2006, 260 Seiten, ISBN-Nr. 3-531-15047-2.